İslâmî Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişemez Olanlar(*)
By Ayşenur Bulut on Şub 7, 2007 in Kategorilenmemiş
Ayşenur Bulut
Uiportal
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM)’nin 27 Ocak 2007 tarihli “İslâmî Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişemez Olanlar” başlıklı panel çok verimli ve faideli geçti diyebilirim. Diyanet çatısı altında faal olan İSAM, düzenlediği panel ve uluslararası konferanslarla adından sık söz ettirmeye başladı. Düzenlenen bu son panelde konuşmacıların her biri, İslam’ın realite ile karşılaşmasını ve özellikle de modernite karşısındaki duruşu hakkında kendince değerlendirmede bulundu. İki günlük atölye çalışmasının nihayetinde düzenlenen panel, konusu ve konuşmacıların dile getirdikleriyle oldukça önemli noktalara temas ediyor.
KATILIMCILAR
İbrahim Kalın (SETA, Ankara)
Recep Şentürk(İSAM, İstanbul)
Tarıq Ramadan(London)
Ziba Mir-Hosseini(SOAS, London)
1.Konuşmacı
Ziba Mir-Hosseini (1)
Ziba Mir Hüseyin, İran’lı bir düşünür. Feminizm (2) ile çok öncelerden alakadar olan, ancak içinde bulunduğu dönem itibarıyla düşünceleri yüzünden sık sık dışlanan Hüseyin,1979 yılında İran Devrimi ve sonrasında sık sık feminizmle ilgili sorularla karşılaşmış. Konuşmacı, kadınlara eşitlik ve adaletin dinde yer aldığını ancak bunu ataerkil yorumların gölgelediği görüşünde. El-hak, doğrudur; dinde kadına karşı muamele ve kadının sahip olduğu haklar erkek egemenliği ile sınırlandırılmıştır. Bunu Doğu Coğrafyası’nda daha net görebiliriz. Sayın Hüseyin, ataerkil yorumu görürsek ancak bu durumun çözüleceğini söyledi ama bunun nasıl mümkün olacağından bahsetmedi.
Ziba Mir-Hüseyin yalnızca panel çalışmasında değil hayatının büyük bir bölümünü bu kavram için yani feminizm için harcıyor. Feminizmin tanımını yapamadı çünkü burası Türkiye ve burada bu kavram nasıl karşılanıyor pek emin değil. Kendi coğrafi bölgesinin neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde incelediği feminizmin, İran’da hala sıcak karşılanmadığını söyledi; “Gençlik yıllarımda feminizme dair görüşlerim yüzünden hem feminist gruplardan hem de İslamcı gruplardan dışlanıyordum. Oysaki İslami feminizm var ve bütün sorulara cevap niteliğinde. Feminizm dediğiniz an sizi hemen gayr-i İslami bir söylemde bulunmakla itham ediyorlar.”
Kadın ayrımcılığını bilinçli bir hareket olarak gören Hüseyin, emperyalizmin üstünlüğünü göstermek için kadını ve haklarını kullandığını söyledi. Konuşmasında bu dönemlere ait ayrıntılara yer verdi ve İran’a dışardan gelen her türlü fikri akım ve ideolojilere karşı Müslüman kadınların savaşamadığını, bunun büyük sonuçlar doğurduğunun altını çizdi; “Müslüman kadınlar o zamanlar iki acı seçenekle karşı karşıya kaldılar; İnançlarına ihanet ya da benliklerini kaybetmek. Bu iki seçenek arasında sıkışan Müslüman kadınlar ne yapacaklarını bilmez bir halde çareyi siyasal İslam’da buldular.” Konuşmacının feminizm konulu bu sözleri bana İslam hakkında geniş bilgileri olmayan kadınları anımsattı. Ataerkil bir otorite ile sahip oldukları haklardan mahrum kaldıkları doğru ama çözümün feminizmde görülmesi ve özellikle de feminizmin “iyi bir çıkış yolu” olarak değerlendirilmesini yanlış buluyorum. Kadın ayrımcılığını emperyalizmin bir şubesi olarak gören Hüseyin, aynı zamanda feminizmi ya da daha doğru bir ifade ile kendi tanımladığı bir feminizmi çıkış yolu olarak gösteriyor. Siyasal İslam ile kadınların nefes aldığını söyledi. Bunun için elbette İran’ın Humeyni Devrimi’ni incelemek gerekiyor. Şah’ın hâkimiyetine son verildikten ve İslami bir düzenin getirilmesinin ardından kadınlar daha rahat bir yaşam alanına kavuştular. Konuşmacımızın düşüncelerine katılmadığım bir diğer husus, feminizmi “kadınlara hukuki bir eşitlik sağlayan tek otorite” olarak görmesidir. İslami yasalarının (şeriat) kadına yönelik eşitlik ve adaletinden sık sık bahsederken bir taraftan da yeni bir kavrama,“feminizme” minnet borçlu olmasını çelişkili bir durum olarak karşıladım. Feminizmin menşeini Batılı kaynaklardan almadığını, kökünün İslam’da olduğunu ve modern zamana ait bir kurumsallaşma olduğunu ifade etmesi ise konuşmacının feminizm tanımlamasını niçin yapamadığını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor!
İslami feminizm diye bir kavramın olduğuna inanıyor Sayın Hüseyin ve yaptığı çalışmalar sonucu üç kesimin İslamî feminizme tepki gösterdiği tezini sundu. Kısaca ifade etmek gerekirse;
1.Gelenekçi Müslümanlar: Genel anlamda değişime inanmadıkları için bu söylemi kınarlar ve karşı dururlar. İktidar ve cinsiyet konularında ise asla bir değişimi ve modernizeliği kabul etmezler.
2.Fundamentalist Müslümanlar: İslam’ı bir ideolojiye dönüştürmek ve siyasi bir güç yapmak isteyen kesimdir. İslam tek boyutludur derler hâlbuki böyle değildir. Diğer dinlerde de görüldüğü gibi cinsiyet değişebilir zamanla. Muhalif olanlar hemen Kuran ayetlerini ve hadislerini delil olarak öne sürerler. Seküler fundamentalistler de aynı şeyi yapıyor ama onlar bilim adına, aydınlanma adına yaparlar. Metinlerin alternatifler doğurduğunu reddederler.
3.Laik Müslümanlar: Fıkhı insan ürününe indirgerler ve Allah’ın had cezalarını uygulamak istediğine inanmazlar. Örneğin, dinde yer alan evlilik ve boşanma kararlarına muhaliflerdir.
Konuşmacımız bir bayan ve seçtiği konu “feminizm.” İran profilinden bakarak yorumlamaya çalıştığı feminizm odaklı konuşmasının son sözlerinde İran’da eskisi gibi dışlanmadığını, ancak ulema ya da diğer dini otoritelerce gayri İslami olmakla suçlandığını belirtti. Kendi yaptığı feminizm tanımlamasının kadınlara güç verdiğine inanıyor. “Gelenek ile modernite arasında var olan savaşın gittikçe büyüdüğünü söylemek mümkün.”
2.Konuşmacı
Tarık Ramazan (3)
İslam’da değişebilir ve değişemez olanlar konulu panelin çalışmalarından büyük bir memnuniyet duyduğu sözleriyle konuşmasına başlayan Ramazan, tüm Müslümanların aynı gelenekten geldiklerini söyledi. “Son 20 yıldaki deneyimlerimde şunu gördüm, hepimiz aynı İslami gelenekten geliyoruz. Soruyu aynı mealde anlamıyoruz ama soruyoruz..” Ramazan’ın üstünde sıklıkla durduğu konu, tüm meydan okumalara karşı Müslüman’ın duruşunun nasıl olması gerektiği oldu. Bu meydan okumalara karşı hem savaşıp hem nasıl İslam’a bağlı kalabiliriz ve nasıl günlük problemlerle uğraşırken gerçekçi olmayı yani realist kalmayı başarabiliriz?
Elbette ki değişebilir ve değişemez olanlardan bahsetmek hemen akıllara “reform” kelimesini getirir. Müslümanlar reforma yani değişime nasıl bakacaklar? İslam ve reform kelimesini aynı cümlede kullanmak her zaman tepkiye neden olmuştur. Ramazan, değişimi iki şıkta inceledi: Adaptasyon ve Transformasyon. “Adaptasyon” yani siz içinde bulunduğunuz ortama uyum sağlayacaksınız veya “transformasyon” yani içinde bulunduğunuz toplumu değiştirmeye çalışacaksınız. Değişimi bu iki tanımla vermek zihinlerdeki “reform fobisini” azaltabilir, çünkü biz her zaman değişimi, kendimizi topluma adapte etmekle sınırlandırdık ve bu korkumuz bize “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözünü unutturdu.
Tarık Ramazan, Müslümanların çok ciddi bir krizin ortasında olduklarını, bu krizi görmelerine rağmen bir çözüm üretemediklerini söyledi ve Müslümanların içinde bulunduğu kriz dönemine ilişkin üç aşamadan bahsetti: Birinci aşamada Müslümanların tercih ettiği kavram ve konular yer alıyor. “Feminizm, reform ya da modernite… vs. Bu kavramlardan ne anlıyoruz? Bunlar çok önemli mevzulardır.” İkinci aşama birincisinden çok farklı olmasa da ayrı bağlamda değerlendirilebilir; bu kavramların dile ve topluma göre nasıl çevrileceği. Üçüncü aşamada da neden bu problemlerle karşılaştığımızı sorgulamak var. Bahsedilen üç aşamalı problemlerin temel kaynağı, insanların algı meselesidir. Kişinin realiteden ne anladığı ve algısını nasıl çalıştırdığı çok önemlidir. Kullanılan kavram ve nasıl çevrildiği ise algılamada en etkili, önemli faktörler olarak karşımızda durmaktadır. Ve algıyı etkileyen 4 kuvvetli baskı: ekonomi, siyaset, kültür ve medya. Baskı kurmakta en başarılısı (!) hiç şüphesiz medya organlarıdır.
İslam’da değişemez olanlar kategorisine Tevhid, İslam ve İman esaslarını ekliyor Ramazan. İlkelerin İslam’ın ilk zamanlardan beri var olduğunu, uygulamaların değişse de her müslümanda bu ilkelerin varlığını görmenin mümkün olduğunu söyleyerek bu esasların değişmesinin talep dahi edilemeyeceğini vurguladı. Ramazan’ın günümüz hatta son birkaç yüzyılın Müslüman sorunlarına getirdiği bakış açısını onaylamamak mümkün değil. Müslümanların, İslam geleneği ile birlikte realiteyle yüzleşmediğini ve İslami metinlere ilgisiz kaldıklarını, bunun da acı sonuçlar doğurduğunu söyledi. Aslında en büyük sorumluluğu ulemalara, kanaat önderlerine yüklüyor: “Müslüman ulemalar, fıkhi bilgilerinin yanı sıra realite ile de muhatap olmalı, sosyal gerçekliklerin farkında olmalılar. Bu eksiklikler yüzünden de Müslümanlar meydan okuyamıyor.” Reform kelimesinin Müslümanlar üzerinde bir anti-pati kurduğunu bu yüzden de değişimden kaçınıldığına dair genel bir portre çizdi. Hâlbuki taviz vermeden de realiteyle paralel bir değişim mümkündür ama bu denge nasıl kurulacak? Bunun için de turnusol kâğıdı mahiyetinde bir soru soruyor Tarık Ramazan: “Sormamız gereken soru şu: Beni Müslüman yapan şey/ler nedir?”
3.Konuşmacı
Recep Şentürk
Değişimi iki ayrı kategoride inceleyen fıkıh ve sosyoloji uzmanı Şentürk, fıkhî açıdan “değişimi yeniden kullanıma koyabilmenin” ve sosyolojik açıdan da “değişimi sınırlandırabilmenin” mümkün olduğuna değindi.
Değişim için gereken referans ve taktiklerin dinde yer aldığını bunun için insan ürünü ideolojileri çözüm olarak görmemek gerektiğini vurgulayan konuşmacı,19.yy.’daki insanlık dini adındaki ütopik üretimlerden bahsetti. İnsanlık dini adı altında yeni bir din oluşturmak isteyenlerin, din öğretisini hafife aldıklarını bunun en güzel örneğinin SSCB (4) yıkıldıktan sonra ülkede devam eden Hıristiyanlık olduğunu belirtti.
Tarık Ramazan’ın sözlerine göndermeler yapan Şentürk’ün bu konudaki sosyoloji bilgilerine hak verdiğimi düşündüm. “Ramazan’ın belirttiği iki değişim biçimlerinden adaptasyon, daha mağlup bir tavır içinde ve teslimiyeti sonuçlandırabilir. Adapte olmaktan ziyade İslami idealler ışığında nasıl değişim gerçekleşebilir?” İslam ideallerini bilmemek bize çözümü yanlış yerlerde arattırıyor. İslam’ı, “tarihin derinliklerinde kalan bir din” olarak gören algıyı yıkmamız ve bunu başarmak için de onu, realiteyle ilkelerden taviz vermeden harmanlayacak formüllerinden istifade etmeliyiz.
İbn-i Haldun ’a (5) göre fıkhın gayesi ya da mesuliyeti insanlık medeniyetini korumaktır. Bunun tecrübelerinin tarihteki gelmiş-geçmiş milletlerde görülebileceğini söyleyen Şentürk, Mimar Sinan’dan bahisle durumu özetleyen bir nükte anlattı. “ Roma, Bizans, Mısır ve Babil’den getirilen taşlarla imar edilen yapıya, İslam kubbesini inşa ederiz. Biz Müslümanlar olarak medeniyetleri himaye altına almalıyız ve kapsayıcı olarak İslam kubbesini inşa etmeliyiz.” Huntington 9 medeniyetten bahseder. Bunlardan 6 tanesi İslam medeniyeti altında kendilerine yaşama alanı bulmuşlardır. Huntington (6), tezlerinde medeniyetleri birbiriyle çatıştırsa da İslam’ın medeniyetler hakkında başka bir alternatifi vardır: “Çok medeniyetli bir din.” İslam medeniyeti, diğer medeniyetlere açık bir medeniyettir, diğer medeniyetleri entegre eden “çok medeniyetli bir din”dir. Bu zamana kadar çok medeniyetli bir din tabirini hiç duymadığımı itiraf etmekle beraber bu tabir karşısındaki memnuniyetimi de ifade etmeliyim. Çok kültürlülük tabirinin sözlüklerde yer alan tabirini az çok öğrenmiş olmakla birlikte “medeniyet” kelimesine vurgu yapılmasının önemini de belirtmek isterim. Çünkü bu, Şentürk’ün de belirttiği gibi gittikçe büyüyen bir problem ve medeniyetleri çatıştıran tezlerin aksine bu medeniyetleri tek çatı altında barış içinde yaşatmayı hedefleyen İslam farkındalığı müslümanlara çok şey kazandıracaktır. Çünkü son birkaç yüz yıl içinde coğrafyalar aşan medeniyetler, eskiden olduğu gibi sadece sınır bölgelere değil çok uzak bölgelerdeki medeniyetleri de iyi ya da kötü etkilemektedir. Bu etkileşim, ilerleme seyreden modernite ve ideolojiler yüzünden daha çok olumsuz yönde olmaktadır.
Recep Şentürk, medeniyetlerden bahsettiği konuşmasının ardından hemen fıkhi ekole geçiş yaptı ve iki tür fıkıh analizinden bahsetti: Biri “şahıs ilişkilerini düzenleyen” diğeri de “grupların ilişkilerini ve davranışlarını düzenleyen” fıkıh sistemi. “Birincisi ‘mikro fıkıh’ ikincisi ‘makro fıkıh’ olarak isimlendirilir. Günümüzde ihmal edilen ikinci fıkıh modelidir. Mikro fıkıh, ademi yani tek bir ferdi incelerken makro fıkıh en altta aile en üstte millet topluluklarını inceler. Çok medeniyetli dünya düzeni kurmak ve fıkıh modellerini (İslam pratiklerini) bunun için alt yapı yapmak elzemdir.” Fıkhı sadece Müslümanların problemlerini çözmekten ibaret bir ilim olarak görmek, fıkıh usullerinden gerektiği gibi istifade etmemizi engellemektedir ne yazık ki. Çözüm istiyorsak diğer insan ürünü ideolojilere sığınmak yerine fıkıh uygulamalarına ve öğretilerine bakmak lazım. Bu tecrübeyi edinmezsek eğer, dışa bağımlı hale geliriz. “Hâlbuki dünya (hatta evren) Müslümanlara emanet edilmiştir ve onu korumak bir müslümanın görevidir.”
Recep Şentürk’ün konuşmasının sonunda sorduğu soru “biz Müslümanlar olarak insanlığa katkımız ne olabilir?” Şentürk’ün konuşmasını iyimser bir çizgide sürdürmesini, Müslümanların güç ve donanım kaynaklarının aslında çok açık oluğunu göstermek olarak değerlendirdim. Yeryüzünde yayılan ikinci büyük dinin İslam olduğuna değinen konuşmacı, Müslümanların içinde bulunduğu buhran döneminden bahsetmedi. Teorik olarak sağlam temellere dayansa da, İslam’ın günümüzde pratiğe dönüştürülmemesi, Müslümanları, İbrahim Kalın’ın da belirttiği gibi “çoğul iken azınlık durumuna” düşürmektedir.
4.Konuşmacı
İbrahim Kalın
“Fazlurrahman’a göre fıkıh reformu gerçekleştirmek, köklü bir değişim yapmadan mümkün değildir. Evren, insan, Tanrı ilişkileri netleşmeden bu olmaz. Felsefi bir proje var Fazlurrahman’da: detaylandırmak. İslam var olmak istiyorsa temel ilkelerini değiştirmek zorundadır. Bu ise modernist tartışmalardan kaynaklanır.” Konuşmasına Fazlurrahman’ın sözleri ile başlayan İbrahim Kalın, bu görüşleri benimsemese de Fazlurrahman’a gönderme yapmanın önemli olduğunu vurguladı. Fazlurrahman’ın tamamen değişen bir İslam modelinin aksine, fıkha tam manasıyla bakmanın önemine değindi. Müslümanların “çok nüfusa rağmen azınlık” nitelendirilmesinin yeni olduğunu vurgulayan Kalın, bu duruma neden olan sebeplerden ve daha çok Türkiye şartlarından bahsetti. “Yeryüzünde müslümanlar, nüfus bakımından çok olsalar da azınlık durumundalar. Bu yeni bir sosyal vak’adır. İlk kez ‘Müslüman azınlık’ olarak ortaya bir kavram çıktı ve azınlık haklarından bahsederken gayri Müslim değil Müslüman haklarını ele alıyoruz. Bu yüzdendir ki bir an önce ciddi bir değişime ihtiyaç var, değişimden maksat da asimile olmak değil entegre olmaktır.”
Konuşmacının “Müslümanların bu durumda kendilerini ayağa kaldıracak olan hangi kültürdür? ” sorusunun cevabını yine konuşmacımız veriyor: İslam kültürü. Ancak sorulması gereken mühim soru bu kültürün (İslam geleneğinin) realite ile nasıl birleştireceğidir. Ve ekliyor: “Ancak rekabet eden kültürler yaşayabilir. İslam, rekabet üretmeli, aktif olmalıdır. Müslümanlarda, tarihin gerisinde kalmış yani geç kalmışlık psikolojisi var. Bu durum aşılmalıdır.” Müslümanların tarihin sayfalarında kaldıkları düşüncesini en çok doğuran neden hiç şüphesiz tarih bilgisidir. Okullarda okutulan ve yıllardır devam eden Marksist tarih okumaları değiştirilmeli, insanlara dinler tarihi ve İslam tarihi bilgileri de aktarılmalıdır.
İbrahim Kalın, fıkhın pozisyona göre fetva çıkaran uygulamalarına birkaç örnek vererek, fıkhın insan üzerideki, sosyal, siyasal ve ticari alanlardaki etkisini dile getirdi; “1910’lu yıllarda İstanbul’da demir kaşık haramdır diye bir fetva çıkıyor. Bu fetva hangi usul içinde verilebilir? Aynı yıllarda İngiltere’den ülkeye getirilen demir kaşıkların çok rağbet görmesi ve ucuza mal edilmesi tahta kaşık yapan ve satan tüccarları zor durumda bıraktığı için (1 yıl gibi bir süreç) bu fetva yayınlanmıştır. Yine İsrail-Filistin meselesinde de toprak satmaya kalkan Filistinlilere “toprak satmak haramdır” fetvası yayınlanıyor. İslam’da özel mülk hakkı olmasına rağmen Filistinliler bundan men ediliyor. Hz. Ali dönemindeki hakem olayında mızraklara Kuran sayfalarını asarlar; böylelikle Kuran’ın hakem olacağına, ihtilafın kalkacağına inanırlar. Hz. Ali’nin dehşet bir sözü var bu duruma ilişkin: “Kuran insanların ağzıyla konuşan bir kitaptır.” Bu örnekler de gösterir ki tarihsel akıl, bireysel akıldan her zaman için daha fazla kazanım sağlar.”
Müslümanların 3 farklı durumu var:
1. Farklı hedeflere eğilmek.
2. Aynı hedefe farklı yollardan gitmek. (Bu şartlar gereği olabilir.)
3. Aynı yola farklı biçimlerden gitmek. (En önemlisi de budur.)
Çok büyük çatışmaların esnek ve geniş tutulmasının gerekliliğine değinen Kalın, sentezleme yoluna gidilmesini önerdi. Bunun için Türkiye şartlarından bahsetti ve örnekler getirdi. Mesela merkez-çevre ilişkisini Cumhuriyet döneminde ele almak. Merkezkaç kuvvetler bu durumu daha da besler. İslam düşünce tarihinde sadece “Ortodoksî” bir grup ulemanın katkısı ile değil, her alanda çok geniş aktiviteler topluluğu da İslam düşüncesine katkıda bulunmuştur. “Örneğin; Namık Kemal (7), Türk milliyetçiliğin babası olarak bilinen bu isim, konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıda Arapları öven tabirler kullanır. Ne Batı medeniyetine tam teslim olmuştur ne de başka bir teslimiyetçilik örneği göstermiştir. Bu konulardaki Türkiye tecrübesi çok önemlidir ve incelenmelidir.”
Bu sözlerinin ardından sentezlemeye bir örnek olarak Türkiye Cumhuriyeti devrini 5 aşamada incelemiştir. Kendi sözleri ile kısaca bu dönemler aşağıdaki gibidir:
1. 1946–1950 seçimlerinde CHP iktidarının son bulması. Çevre merkez arası açıklık, uçurum duruma gelmiştir bu dönemde.
2. Bediüzzaman, Nurettin Topçu, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi düşünürlerin aktif rol aldığı 1950 sonrası dönem.
3. Erbakan öncesi dönem, siyasal İslam (8)’ın Türkiye’deki rolü.
4. 80-90’lı yıllarda Turgut Özal’ın dış dünyaya açılan politikaları ve bu dönemde küreselleşmenin etkileri ülkemizde görülür. Önemli tercümelerin yapıldığı Seyyid Hüseyin Nasr ve Fazlurrahman gibi âlimlerin Türkiye ile tanıştığı dönemdir. Kültürel etkileşim sağlama çabası birden çok açılıma neden olmuştur.
5. Bu dönemde de çevrenin merkeze yaklaşma arzusu geri püskürtülmüştür. Başörtüsü şehre indiğinde yani merkeze yaklaştığında kaos olmuştur. 28 Şubat döneminde, sadece dindar kesim değil Solcular, Kürtler gibi kesimlerin oluşturduğu gruplar da menfi etkilenmiştir.. Bu dönemde merkez kontrol dışı kalmış, kendi kendini yetiştirmiştir.
Değerlendirme
Panel, dört “uzman” kişinin düşünceleriyle harmanlanan başarılı kolektif bir çalışma mahiyetinde. Panele katılanların, panel sonrası realiteye, moderniteye, reforma ve bu üç kavramın İslam ile ilişkisine daha yakından bakacakları ve fıkıh alanında kendilerine çalışma alanı bulacakları kesin. Verimli ve istifadeye açık bir ortam hazırladığı için İSAM’a tebrik ederim. Gayret edildiğinde bu tür panellerin düzenlenebileceği, bu son panel örneği ile karşımızda duruyor.
(*) Bu yazı, Ayşenur BULUT tarafından, 27 Ocak 2007 tarihinde İSAM’da düzenlenen “İslâmî Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişemez Olanlar” başlıklı panelde katılımcıların konuşmalarından alınan notlardan derlenerek hazırlanmıştır. Yazı içerisinde yer alan tırnak içi kısımlar konuşmacılara ait olup, bunların haricindeki yazının tamamı yazara aittir.
Yazıda geçen kavram, isim ve bilgiler hakkında başvurulabilecek bazı kaynaklar:
(1) Ziba Mir HOSSEINI hakkında bknz :
http://www.jhfc.duke.edu/ducis/civilizations/_hosseini.html (2) Bknz. ÖZTÜRK, Suat.
http://www.dusunceler.org/ kategori: Kadın. Konu: İki feminizm arasında yazı dizisi I-II-III
(3) İsviçre’de Freiburg Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.Tarık Ramazan,Hasan El Benna’nın torunudur. Fransız Müslümanlarının kanaat önderi olarak öne çıkan Ramazan “İslam: Medeniyetlerin Yüzleşmesi, Hangi Modernite İçin Hangi Proje ” kitabı Türkçeye çevrildi. (tariqramadan.com)
(4) Bknz.Özgür Ansiklopedi,Wikipdia:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Sovyet_Sosyalist_Cumhuriyetler_Birli%C4%9F(5) İbn-i Haldun hakkında bknz:
http://trboard.org/modules/makale/makale.php?id=88 (6) Derinsular’daki yazı dizisi
(7) Bknz. Namık Kemal hakkında:
http://www.dallog.com/tdsa1/namikkemal.htm (8) AKDOĞAN, Yalçın. Siyasal İslam, İşaret Yay.2000
8 [?]
Share This