Belki de soruyu böyle sormalıyız.
Burada daha güzel bir hayat sürebilir miydik?
Burada daha güzel bir hayat sürebilir miyiz?
Hepimiz biliyoruz ki sürebilirdik.
Sürebiliriz.
Bunun nasıl bir hayat olabileceği konusunda bir fikrimiz var.
Hiç bir baskıya uğramadan rahatça sere serpe yaşayacağımız bir hayat, inançlarımızın sorgulanmayacağı, düşüncelerimizin korkusuzca ifade edileceği, çocuklarımızın geleceğinden endişe etmeyeceğimiz, işsizlikten bunalmadığımız, gelirin adaletli bir şekilde dağıtıldığı, zenginleştiğimiz, adalete güvendiğimiz, devletin içinden çetelerin çıkmadığı, yarınımızdan emin olduğumuz, savaşsız, dövüşsüz, kansız, huzurlu bir hayat.
Böyle bir hayat işte.
Bizim hayatımız böyle olabilir mi?
Olabilir elbette.
Tabii, bizim böyle yaşamamıza engel olanlar var.
Tabii, bizim hepimizi tek bir kalıptan dökmek, hepimizi itaatkâr kullar haline getirmek isteyenler var.
Tabii, bizi ezerek güç ve para kazanmaya uğraşanlar var.
Tabii, bizi savaşlarda perişan ederek kendi mertebelerini yükseltmeye çabalayanlar var.
Var tabii bunlar.
Zalimler ve zulmediyorlar.
Ama bütün suçu onlara mı yükleyeceğiz?
Önce bir kendimize bakmamalı mıyız?
Neden onların bize zulmetmesine izin veriyoruz diye sormamalı mıyız?
Nasıl oluyor da küçük bir azınlık bu ülkenin çoğunluğunu baskı altında tutuyor?
Niye bu soruyu hiç sormuyorsunuz?
“Silahları var” mı diyeceksiniz?
Silah, kalabalıklardan destek bulmazsa bir işe yaramaz.
Engels’in benim çok sevdiğim bir sorusu vardır.
“Neden aynı adada sadece iki kişiyken Robinson Crusoe, Cuma’nın efendisi olabiliyordu?”
Herkesin aklına hemen, “Robinson’un silahı vardı” cevabı gelir.
Bu, kolay ve yanlış cevaptır.
Onların ilişkisini belirleyen “silah” değildi.
Bizim durumumuz Robinson’la Cuma’nın ilişkisine benzemez ama bu ilişkide de, aynı onların ilişkisinde olduğu gibi “efendiyi” belirleyen “silah” değildir.
Nedir biliyor musunuz?
Bizim, bizi ezen “silahla” ittifak kurup, o silahı düşmanlarımızı ezmek için kullanma arzumuzdur.
Bizi kul eden, bu gizli ve utandırıcı istektir.
Bugün bu çarpık yapı sürüyorsa, birileri hepimizi eziyorsa, istediğimiz gibi yaşayamıyorsak, inançlarımız, fikirlerimiz baskı altına alınıyorsa, bunun en temel nedenlerinden biri bu ülkede süren savaştır.
Savaş, hayatın normalleşmesine izin vermiyor.
Daha güzel bir hayat süremiyoruz.
Dindar biri, eşinin ya da kızının başörtüsü yüzünden baskı görebiliyor.
Türbanlı bir kız üniversite kapılarından döndürülüyor.
Solcular fikirlerinden dolayı yargılanıyor.
Kürtler, Kürtlüklerini yaşamak, anadillerini konuşmak, bir Kürt olarak varolmak istediklerinden kıyıma uğruyor.
Aleviler, mezheplerinden dolayı devletten dışlanıyor, okullarda çocuklarına eziyet ediliyor.
Bütün bu zulmü gerçekleştirenler iktidarlarını “savaş” sayesinde devam ettiriyorlar.
Savaş bittiğinde, onların iktidarı da bitecek.
Peki, kaç dindar, kaç Alevi, kaç Kürt, kaç solcu biraraya gelip ortaklaşa savaşa karşı çıkıyor?
Niye biraraya gelmiyorlar?
Hepsi eziliyor.
Hepsini aynı güç eziyor.
Ama onlar birleşmiyor.
Savaşa ve zulme birlikte karşı çıkmıyor.
Savaşı durdurmadan, zulmü durduramayacaksınız.
Peki, kaç dindar savaşı durdurmak için harekete geçti, kaç dindar Kürtlerin hakkını savundu?
Kaç solcu dindarların türbanına sahip çıktı?
Kaç Alevi, türban hakkı için mücadele etti?
Kaç Kürt, “genç kızların türbanına dokunmayın” dedi.
Türban yasaklandığında, AKP kapatılmak istendiğinde Kürtler neredeydi?
DTP kapatılırken AKP’liler, dindarlar nerede?
Biz daha güzel bir hayat sürebiliriz.
Sürmeliyiz de.
Hepimiz birarada eziliyoruz, hepimizin hayatını çalıyorlar.
Silahları sayesinde yapmıyorlar bunu.
Hepimiz, bizi ezen silahın kabzasının bir ucundan tuttuğumuz için yapıyorlar.
Özgür mü olmak istiyorsunuz, mutlu mu olmak istiyorsunuz, zengin mi olmak istiyorsunuz, güvenli mi olmak istiyorsunuz?
Olabilirsiniz.
Birlikte hareket ettiğinizde bunu yapabilirsiniz.
Savaşı elbirliğiyle sona erdirdiğinizde bu amaca ulaşabilirsiniz.
Silaha kızmayın.
Silahın kabzasına bakın.
Orada göreceğiniz kendi eliniz sizi zebun ediyor.
O ele kızın.
Ve ezilmek istemiyorsanız, çekin elinizi o kabzadan.
Ahmet Altan