Halktan vazgeçtiler..
Geçen gün çok eski bir ahbabım aradı.
Benden epey yaşlı, dürüst, saygıdeğer bir insan.
Kendi mesleğinde başarılı olmuş, isim yapmış biri.
Gür sesiyle, “Ahmet Altan” dedi, “bırak bu gazeteyi, sen gerçek işine, romanlara dön, çünkü sizin istediğiniz hiçbir zaman gerçekleşmeyecek.”
“Biz demokrasi istiyoruz, hiç gerçekleşmeyecek olan bu mu?”
“Bu bilinçsiz, eğitim ortalaması dört yıl olan, cahil halkla mı demokrasi olacak? Gidip seçtiklerine bak. Buna mı razı olacağız? Hiç mi farkında değilsin gerçeklerin?”
“Sizin dediğiniz doğruysa ve seksen yılda Cumhuriyet eğitim düzeyi yüksek, bilinçli bir halk yetiştiremediyse, sizin savunduğunuz sistemde bir hata olduğunu düşünmek gerekmiyor mu? Bu halkın bilinçlenmesi ve demokrasinin olması için bir seksen yıl daha mı beklemeliyiz sizce?”
Son zamanlarda buna benzer konuşmaları çok duyuyorum.
Üstelik bunlar darbeden bir çıkar uman sahtekârlar değil, dürüst insanlar.
Ve, bugün halkla ilgili açıkça söylediklerini, on yıl önce kendi kendilerine bile söyleyemez, utanırlardı.
Demokrasiye karşı çıkmak, halkı böylesine aşağılamak, darbe yandaşlığı yapmak, cinayet örgütlerini desteklemek ayıptı o zamanlar.
Şimdi ne oldu?
Bu vicdanlı insanlar, vicdanlarının bile kirlendiğini nasıl fark edemez hale geldiler?
Ayıp duygusu ne zaman biçim değiştirdi?
Türkiye hızla değişiyor.
Bu değişimin sosyolojik ve ekonomik nedenleri var.
Ama bu nedenler, bu insanların ruhlarının değişimini açıklamaya yetmiyor?
Büyük bir psikolojik “travmadan” geçmiş olmalılar.
Bütün vicdani ölçüleri, ayıp duygularını, utanılacak davranışlar listesini darmadağın edecek bir sarsıntı olmalı bu.
Bunun ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Çünkü bu insanların, söylediklerine samimiyetle inandıklarını biliyorum.
Bir insanı değil, kalabalık bir grup insanı değiştiren psikolojik bir depremden söz ediyoruz.
Dağlıca belgelerini, Ergenekon kanıtlarını, darbe planlarını, cinayetleri görmezden gelmelerine, halktan nefret edip aşağılamalarına yol açacak bir büyük hastalıkla karşı karşıyayız.
“Hastalık” sözcüğünü onları iğnelemek ya da üzmek için kullanmıyorum, içtenlikle, inanarak söylüyorum.
Onların da, benim ve benim gibi demokrasi isteyenlerin “hastalandığını” düşündüklerini biliyorum.
Yılların dostları böylesine ayrı kutuplara düşecek hale geldiyse, biri gerçekten hastalanmış olmalı.
Karar vereceğimiz şu:
Demokrasi istemek, halkın taleplerine saygı göstermek, darbelere karşı çıkmak, hukuka uygun bir sistemin kurulmasını savunmak, cinayetleri lanetlemek, dünyanın saygıdeğer bir parçası olmayı istemek mi hastalanmak?
Yoksa, darbeleri desteklemek, orduyu siyaset içinde tutmaya uğraşmak, hukuku askıya almaya omuz vermek, cinayetleri görmezden gelmek mi hastalanmak?
Biz, demokrasinin ve hukukun bu ülkeyi zenginleştirip özgürleştireceğini söylüyoruz.
Onlar demokrasinin ve hukukun bu ülkeyi “şeriata” götüreceğini söylüyorlar.
Ayrıca bütün “gelişmiş dünyanın” Türkiye’ye düşman olduğuna ve burada bir şeriat düzeni kurulmasını istediğine inanıyorlar.
Dünyadan ve kendi halklarından kuşkudalar.
Dünyaya ve kendi halklarına düşmanlar.
Böyle baktığınızda, sığınacakları darbeden ve cinayetten başka bir yer yok.
Onlara göre “şeriat tehlikesi” varsa, her şey mubahtır.
Darbe de yapılır, çete de kurulur, adam da vurulur.
Geçen gün bu korkuyu taşıyan bir hanıma, korkusunun nedenini sordum, bana “Nişantaşı’na kadar geldiler” dedi.
“Geldiler” dediği başı bağlı kadınlar.
Başı bağlı kadınlar, başı bağlı olmayanların “bölgesine” girebiliyorsa tehlike büyüyor demekti ona göre.
Yüzlerce yıldan beri neredeyse bütün Anadolu’da kadınların başlarını bağlayarak dolaşmaları onu tedirgin etmiyordu, onu telaşlandıran “kendi bölgesine” gelmiş olmalarıydı.
Bir de “başörtüsü değil, türban takmış” olmaları.
Nişantaşı’nda on tane türbanlı kadın görmek, darbe istemek için haklı bir nedendi.
Kendisine benzemeyenden böylesine nefret etmek ve kuşkulanmak sık rastlanan bir durum değil.
Bence bu, bir hastalık işareti.
Ben bu ülkede bir şeriat tehlikesi olduğuna inanmıyorum, Anadolu’yu sık sık geziyorum, insanlarla konuşuyorum, böyle bir tehlikenin işaretlerine rastlamıyorum.
Daha önce de “komünizm” tehlikesini görmemiştim.
Bu ülkede bunca yıl yaşadım, hep şeriat tehlikesini, komünizm tehlikesini, bölünme tehlikesini duydum.
Hiçbiri gerçekleşmedi.
Ama binlerce insan öldürüldü.
Ve, defalarca darbe yapıldı.
Asker her zaman siyasetin içinde yer aldı, gazeteler askerî bir rejimi destekledi, hâlâ da destekliyorlar.
Ve, eski dostlarla yollar ayrılıyor.
Biz halka doğru, onlar darbeye ve çetelere doğru yürüyorlar.
Galiba değişim böyle bir şey, toplum “bir parçası” hastalanmadan dönüşemiyor.
Peki, kimin hastalandığını nereden anlayacağınız?
Benim bilebildiğim basit bir ölçü var, bir fikirden değil bir nefretten hareket eden hastalanmış demektir.
Nefret hastalandırır çünkü insanı.
.......
Bunları okudukça, anlıyorum ki bıçağın kemiğe dayandığı gün bugündür.
İnsanlar sıyrılmaya başlıyor bana dokunmayan yılan bin yaşasın fikrinden. Biz muhafazakar insanlar bile, grup grup ayrılıp, "bizimkiler"in haricinde kalanları dışladık.. Sakallı, sakallsız,başörtü takan takmayan, başını önden bağlayan, yandan bağlayan, yenilikçi gelenekçi, vs vs böldük de böldük kendimizi... Şimdi öyle bir zamana geldik ki, vaktiyle "sakıncalı" bulunan adamların yazıları bizim savunduğumuz doğrularla örtüşüyor. Belki de at gözlükleirmizi çıkarıyoruz. Demokrasinin her fert için gerekli olduğunu idrak ve itiraf etmemiz, bu "sakıncalı(!)" adamların itirafından daha zor oluyor. Evet, sabit fikirli cumhuriyetçiler diye tanımlanan insanlar, görmek istediklerini görüyor. Ama cahil, vahşi, pis müslüman ifadelerini de yine bizim gibi insanların davranışlarını görerek söylemiyorlar mı?
Arabasının camını açıp tüküren sakallı adam, küçük çocuğunu direksiyona kucağında oturtarak trafiğe çıkan dindar şoför, piknik alanına bütün çöpünü saçıp giden kapalı kadınlar, sahildeki bankta çekirdek çıtlayıp kabuğunu yere tüküren kapalı kızlar, cami giriş çıkışında birbirini ezen, aynı zamanda kötü kokudan burunlarının direğini kıran dindar müslümanlar, vs vs vs... Biz üzerimize böyle etiketler yapıştırdık..
Yakın geçmişimizin unutamadığımız sloganı değil miydi "hukuk bir gün sizede lazım olacak.".. Evet, kafalarına göre işletmeye alışlkın oldukları hukuk, şimdi onların aleyhine işliyor.. yani Türkiye'de artık hukuk işliyor. Şimdi bizler de böyle bir rüzgar yakalamışken, yani Türk Kürt Müslüman gayrimüslüm ve hatta dindar olan olmayan herkesin ortak bir noktada buluşabildiğini görmüşken, bunu memleketimizin hem bugünü hem yarını için sahiplenelim istiyorum.
Türkiyenin yakın tarihi beni ümitsizliğe sevketse de, içimden sayıklıyorum işte: bu kez neden olmasın!!!
selamlar