KURBAN
“Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bahşet. Bunun üzerine biz de ona uyumlu bir oğlan çocuğu müjdeledik.
Birlikte çıktıkları bir gün dedi ki: ‘Yavrucuğum, rüyamda seni kurban ettiğimi görüyorum, bir düşün, bu konudaki görüşün nedir?’
Dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni salihlerden biri olarak bulacaksın.’ Bu şekilde her ikisi de Allah’a teslim olup babası oğlunu alnı üzerine yatırınca nida ettik: ‘Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. İşte biz Allah’ı görür gibi hareket edenleri böyle ödüllendiririz.’
İşte bu, amacı apaçık öylesi bir sınamaydı. Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik. Sonradan gelenlere onun hatırasını bıraktık.
Selam olsun İbrahim’e!...” (Sâffât, 101-109).
Evet, “Selam olsun İbrahim’e!” Allah’tan, meleklerden ve dünyanın sonuna kadar gelecek tüm mü’minlerden.
Çünkü o insanlığa, Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız teslim olmayı öğretti. İbrahim ismi teslimiyetin öbür adıdır. O insanlığa hürriyeti öğretti. O insanlığa aşkı öğretti. Aşkın yakmayacağını, aşığın yanmayacağını öğretti.
Allah’ı razı eden İbrahim’in hatırasını Allah yüceltti. Onu dünyada unutulmamakla ödüllendirdi.
O adamayı öğretti insanlığa, en değerli varlığını En Büyük Olan’a adamayı. Bu bir mizansen, bir tiyatro sahnesi değildi. O, yıllardır çektiği evlat hasretinden sonra kavuştuğu ciğerparesini kurban ederken ne şaka ne şike yapıyordu. “Yavrum gitti!” diye yaptı, ama Allah onu sınamıştı. Sınavı kazandı. Bu sınav İbrahim için ateşe atlamaktan da zor bir sınavdı. O bu sınavı da alnının akıyla vermiş, teslimiyetini perçinlemişti.
İbrahim’in rolünü oynamak
“Hayvanların kurban edilmesine gelince: Biz bunu sizin için Allah tarafından konulmuş sembollerden biri olarak takdir ettik, ki bunda sizin için yararlar vardır. Öyleyse artık (kurban edilmek için) sıraya dizildiklerinde onların üzerine Allah’ın ismini anın; ve cansız olarak yere serildiklerinde onların etinden kendiniz de yiyin, kendi nasibiyle yetinip istemeyen kimseye de, istemek durumunda kalan kimseye de yedirin. Biz işte bu amaçla onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, şükredesiniz.
“Onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları; lakin O’na ulaşan yalnızca sizin takvanızdır. İşte bu amaçla onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, size ulaşma yolunu yordamını gösterdiği için O’nu yüceltin: şimdi, iyilik yapanları müjdele.” (Hac, 36-37)
Kurban “takarrub”dan türetilmiştir. Yani “yakınlaşmak”, “yakın olmak”. Arap dilinde fu’lân vezninden gelen tüm kelimeler, ait olduğu anlamla ağzına kadar dolu olmayı ifade eder. Şu halde kurban “insanın tüm kapasitesini kullanarak Allah’a yakınlaşma iradesinin bir ifadesidir”.
Kurban, hayvanın insana verdiği en soylu derstir. Çünkü insan, mutlaka kendisine adanacağı bir kapı arar. Adanmaya layık tek sahici kapı Allah’ın kapısıdır. Başka bir kapıya adanan, harcanmış olacaktır. Çünkü insanın teslimiyetini istismar etmeyen yegane otorite Allah’tır. Zira Allah’ın, insanın kulluğundan herhangi bir çıkarı bulunmamaktadır. Aksine kulluktan kazançlı çıkan tek taraf insandır ve bu da Allah’ın insana olan sevgi, şefkat ve merhametinin göstergesidir.
Kurban eşyayı yerli yerine koymaktır. Hayvanı hayvan yerine koymayan insanı insan yerine koymaz. Hayvanlarda tanrılık vehmeden kimi antik inanç sistemleri, insanların hayvanlara kurban edildiği ters bir gelenek oluşturmuşlardır. Bu, mahlukatın hiyerarşisini bozmaktır.
“Can” sahibi hayvanlar dünyası, “ruh” sahibi insanlar dünyasından aşağı kategoridedir. Onun için hayvanlar insanların hizmetine ‘musahhar’ kılınmıştır. Bu ilahi yasa, teshir sırrı gereğidir. Buna itiraz, varlık kategorilerinin ilahi iradeyle yapılan hiyerarşisine itirazdır. Zaten makul de değildir. Madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan oluşan dört maddi varlık kategorisi arasındaki hiyerarşik ilişki her hangi bir noktasından tersine çevrilemez. Bitkiler madenlerden, hayvanlar bitkilerden, insanlar her üçünden yararlanırlar.
Fakat maden kurban edilmez. Bitki kurban edilmez. Onların “kurban” olması, hayır olarak sarf edilmesidir. Yani Allah rızası için, birine altın, gümüş ve onların yerine kullanılan itibari değer sahibi her “para” ya da gıda değeri taşıyan her bitki karşılıksız yardım olarak verilir. Bu yükümlülük ya da gönüllülük niteliğine göre “zekat” ve “öşür”, “sadaka” ve “infak” diye isimlendirilir.
Fakat hayvanlar Allah adına kurban edilirler. Kur’an’a göre Allah’tan başkası adına kurban edilmiş bir hayvanın etini yemek haram kılınmıştır (2.173; 5.3; 6.145; 16.115).
Hayvanların canına Allah’tan başkası adına kıymama ilkesi, hayvan da olsa, canlının taşıdığı “can”a hürmettir. Allah’ın verdiği o canı almak –bu hayvan bile olsa- ancak Allah adına olabilir.
Bu hem kesilen kurbanın maddi meşruiyetinin, hem de manevi meşruiyetinin gerekçesidir. Bir şeyin “Allah adına” yapılması emrolunmuşsa, Allah’a iman eden müminin dikkatinin orada yoğunlaşması gerekir. Konunun girişindeki ayetler içerisinde yer alan “Onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları; lakin O’na ulaşan yalnızca sizin takvanızdır” Kur’anî ifadesi, hayvanın “Allah’tan başkası adına kesilmeme” şartıyla birlikte düşünüldüğünde gerçek anlamını bulur.
Bu anlam “bilinç”tir. Zaten “takva” da, “insanın Allah’a karşı sorumluluk bilinci” değil midir?
Bilinç, yani “şuur” işin sırrıdır. Bilinçsizlik nasıl hac ibadetini sıkıntılı bir seyahat durumuna indirgiyorsa, kurban ibadetini de hayvan boğazlama konumuna indirger. İşin şuur kısmını atlayanın gözüne et ve kan görünür. İnsanı Allah’a yakın ve dost kılan et ve kan değildir. O’na karşı duyduğu sorumluluk bilincidir. Kurban, bu bilinci artırdığı oranda kurbandır. Çünkü bu bilinç arttıkça, insanın Allah’ı tanıma ve anlama katsayısı da artar. Allah’ı tanıdıkça ve anladıkça O’nun kendisine yakın olduğunu anlar. O kadar ki, “şah damarından da yakın”...
İşte kurban “kurbiyyet”, yani “yaklaştırma” fonksiyonunu böyle ifa eder.
Kurban, Allah’a daha yakın olmak için feda etmektir. Kurban, akılla değil aşkla izah edilir. Âkil tedbir düşünürken âşık gereğini yapar.
Kurbanın değerini, kurban edildiği kapının değeri belirler. Allah’ın kapısına kurban olanlar o kapıya değer yüklemek için değil, kendileri o kapının değerinden pay almak için kurban olurlar. Çünkü can taşıyan her varlığın kaderidir kurban olmak.
Ne ki, çoğu aşağılık şeylere kurban olurlar. Kendi değerlerini kendi elleriyle beş paralık ederler. Paraya, kadına, erkeğe, makama, rütbeye, dünyalığa, saltanata, şöhrete, kurban olana yazık olmuştur.
Böyleleri tarihe baksın. Dört bin yıl öteden İbrahim’in hatırasını yüz milyonlarca kadın ve erkeğin kafa ve kalplerinde yaşatan sır nedir? Onun üzerinde düşünsünler.
Kurbanın verdiği soylu dersi almak için önce şeytana direnmelisin. Çünkü o adamanı ve adanmanı önleyip harcananlardan olman için bin bir dereden su getirecektir. Aklına girip, aşkına ihanet etmen için çaba gösterecektir.
Hem şeytana karşı savaşı sürdürmeli, hem de aslına sadık kalmalısın. Unutma uzvu noksan olan koçlar kurban edilmezler. Kusursuz kapıya kusursuz kurban yaraşır.
Ve kusursuz kapıya kusursuz iman yaraşır. İmanında noksanı olanlar, Allah’a adanamazlar. İmanın organları da eksik olabilir. Yani elsiz ayaksız iman, dilsiz dudaksız iman, gözsüz kulaksız iman olabilir. Bu manevi özürlülük halidir. Gerçek engelli budur; işitme engelli, görme engelli, duyma engelle, anlama engelli... İmanı çolak olan, tuttuğunu imanıyla tutamaz. İmanı kör olan, gördüğünü imanıyla göremez. İmanı sağır olan, işittiğini imanıyla işitemez. Bu hal onda tam bir manevi sağırlığa, manevi dilsizliğe, manevi körlüğe yol açar: “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: ve böyleleri asla dönemezler” (2.18)
Bunu bilmek için, uzuvların Müslüman olabileceğini bilmek gerekir.
El ayak, göz kulak, dil dudak Müslüman olur. “Ey iman edenler! Teslimiyet yoluna top yekun girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin: zira o sizin apaçık düşmanınızdır” (2.208)
İslam’a top yekûn girmeyenler, bütün varlıklarıyla girmeyenler, şeytanın adımlarını izleyeceklerdir. Çünkü onlar imanı gözlerine fer, dizlerine derman, bileklerine güç, dillerine ferman olarak yansıtmadılar. İmanı rehber edinmeyince, şeytanı rehber edinmekten başka yol kalmadı.
Birazcık düşünürsen anlayacaksın ki, imanında noksanı olanlar Allah’a kurban olamazlar. Îmanlarına ellerini şahit kılamazlar, ayaklarını şahit kılamazlar. İmanına organlarını şahit kılamayanlar, canlarını hiç şahit kılamazlar. “O gün onların ağızlarını mühürleyerek kapatırız; ve Bize onların elleri konuşur, yapıp ettiklerinden dolayı ayakları şahitlik yapar.” (36.65)
Organlar şahitlik yapar.
Neye ve nasıl şahitlik yaparlar?
Emirleri kimden ve nereden almışlarsa ona. Yani “tut” emrini imandan alan bir el, imanın tanığıdır. “Gör” emrini imandan alan bir göz, imanın tanığıdır. “Yürü” emrini imandan alan bir ayak, imanın tanığıdır.
Kurbanını verdikten sonra ihram yasaklarının bir kısmı kalkar ve sen bir yandan şeytana karşı savaşını sürdürürken, öte yandan rolünün geri kalan kısmını, ama can alıcı kısmını oynarsın.
Yasakların kalktığının sembolik ifadesi bedenin dokunulmaz unsurlarına temsili bir müdahaleyle olur. Ayetteki “sonra kirlerini gidersinler” (Hac, 29), ifadesi “İhramdan çıkınca avlanınız” (5.2) ayetine çok benzemektedir. Buradaki emir kipini imamlarımız lafzi manasıyla almışlardır. Bu emir lafzi anlamda bir emir değil yasağın kalktığını gösteren bir izin olarak da anlaşılabilir. Diğer ayeti nasıl “avlanabilirsiniz” biçiminde anlıyorsak, bu ayeti de “kirlerini giderebilirler” şeklinde anlayabiliriz. En doğrusunu Allah bilir.
İhramdan çıkmak için Tıraş olma, namazdan çıkmak için selam vermeye benzer.
Şimdi artık, irfana ve şuura ulaşmış bir mü’minsin. Allah’la sözleşme tazelemek için, şeytana savaş açıp, kurbanla teslimiyetini belgelemiş bir mü’min olarak Allah’ın evine, ‘özgürlük evine’ girebilirsin. Allah’la olan sözleşmenin altına, tavaf suretinde varoluşsal bir imza atabilirsin. Atomdan galaksiye, mikrodan makroya, habbeden kubbeye kadar tüm varlıkların ilahi korosuna sen de katılıp kozmik tavafın sırrına erebilirsin.
Sözleşmen mübarek olsun.
Haccın mebrur olsun.
Allah seni kabul etsin.