PKK’nın silah bırakması meselesine dair “Pis Kokular” başlıklı üç makaleniz olduğunu biliyoruz. Sizin gibi düşünen kimseleri bazı İslami kesimler de dahil olmak üzere sanki bu barışı istemiyormuş gibi bir muameleye tabi tutarak ulusalcılarla aynı kefeye koymaktalar. Sizce Müslümanların bu süreci yeterli seviyede değerlendirecek özgün bir bakışa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Müslümanların bir değerlendirme yaparken PKK ve Sistemle aynı noktada olmadan nasıl bir gözle olayı değerlendirmesi gerekir?
Evvela şunu ifade edeyim, benim kesin ve net görüşüm, terör olayının bir an önce bitmesi ve Türk-Kürt kardeşliğinin güçlü biçimde yeniden tesisi yönünde. Bunun için teröristle de, terörist başıyla da görüşmenin, konuşmanın, hatta pazarlık yapmanın bence bir mahzuru yok. Uçak kaçıranla, rehin alanla görüşen devlet, koskoca bir topluma dayanarak koskoca bir bölgeyi ülkeden koparabilecek güce ulaşan bir örgütle, üstelik de ülke her geçen gün tahammül edilemez bir can ve mal kaybına uğruyorsa, saçmasapan bir “devlet teröristle görüşmez” mantığıyla konuya yaklaşıp görüşmemesi, sorunu çözmeye yanaşmaması makul değil. Hatta bu konudaki görüşlerim o kadar sarih ve ileri ki, terör sorunu çözülsün ve birlik-beraberlik sağlansın da, gerekirse Apo’yu bile serbest bıraksınlar; bundan da hiç rahatsızlık duymam.
Ancak bu, sürecin doğru biçimde yürütülmesi, Kürtleri onore edelim derken Türklerin onurunu kırmayacak şekilde yapılması, sorunun ana kaynağını görüp oranın temizlenmesi, bölünmeyi önleyelim derken ayrışmanın devlet eliyle tesis edilmemesi, bu kapsamdaki pek çok hususun doğru değerlendirilip, nihayetinde gerçekten sorunun çözülmesi, ipin ucunun kaçırılmaması, müslüman Kürt ve Türk halkının inanç değerlerine uygun bir rejim değişikliği yapılması lazımdır diye düşünüyorum.Bu kapsamda, ne demek istediğime dair konuyu biraz detaylandırmakta yarar var.
Evvela, terör sorununu çözmek için yapılacak görüşmelerde, bu terörden asıl çıkarı olan küresel egemen güçleri ve onların yerel derin uzantılarını es geçerek, sadece PKK taşeronuyla görüşerek terörün bitirilemeyeceğinin anlaşılmış olması gerekiyor. Eğer terörü bitirmek istiyorsanız, önce onun ardındaki güçleri ve destekleri görmeniz, dayanak noktalarını yok etmeniz, onu yaşatan zemini altından çekip almanız, besleyen kaynakları kurutmanız, kimin taşeronu olduğuna bakmanız ve o teşeronların ellerini kırmanız lazım. Buna gücünüz yetmiyorsa, bu iş bitmiş ve beyhude çabalıyorsunuz demektir.
ABD’nin, “terörle mücadelede yanınızdayız” sözünün gerçeklerle bağdaşmadığını artık görmek lazım. Zira PKK terörü, 2003’ten beri ABD’nin işgali altındaki Irak topraklarında yuvalanıyor. ABD Irak’a girmeden önce, Türkiye PKK’ya hareket alanı bırakmamıştı. Ama ABD geldi, Türkiye artık Irak’a operasyon yapamaz oldu. Öyle ya, bir Amerikan toprağına girmek mümkün müydü? Böylece PKK, Amerika’nın koruması ve kollaması altında gelişti, varlığını daha bir sağlamlaştırdı. Demek ki terörü bitirmek için evvela ABD ile anlaşmak lazım.
Öte yandan, diğer oyuncularla, mesela İsrail, İngiltere, Fransa, Almanya, İran, Suriye gibi oyuncularla da konuşup bir noktaya gelmek icabediyor. Çünkü PKK gibi yapılanmaları desteklemek, ABD-İsrail ve Batı’nın uluslararası tahakkümü sürdürmede başvurduğu bir devlet politikasıdır. Nitekim Almanya’nın PKK’yı kucağında beslediğini, İsrail’in de Kürt hareketini Arz-ı Mev’ud idealine hizmet için kullandığını bilmeyen mi var?
PKK terörü bir tetikçidir ve arkasındaki güç ABD’dir, İsrail’dir, Almanya’dır... Bunlar, Türkiye ve bölge üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için terör örgütünü kullanmaktadırlar. Türkiye, bu ülkelere açık ve net tavır almazsa, onlarla olan ticaretini yeniden gözden geçirmeyi, savunma ve ekonomik işbirliği anlaşmalarını “askıya” almayı göze almazsa, içteki Ergenekon ve benzeri yapılanmaları da temizlemezse, terör asla bitmeyecektir.
Bu sorunu çözmek istiyorsanız, PKK maşasını tutan elleri kıracaksınız. Açık ve net söylüyorum; PKK’sı, BDP’si, KCK’sı, DTK’sı, TAK’ı veya bilmem hangisi ise, ortak bir karar alıp liste yapsın ve desin ki, işte bizim net isteklerimiz bunlar. Bunlar olursa barış olur, yoksa olmaz. Böyle bir liste var mı? Yok. Olamaz da. Olursa, maşalık görevi biter. Çünkü kendini sınırlamış olur. Buna da müsaade edilmez. Zira maşayı tutan el, o maşayı istediği yere sokmak isteyecek, bu yüzden de maşaya görev sınırı çizmeyecektir.
Terörü bitirmek için “maşa” ile değil, “o maşayı tutan el” ile görüşmelisiniz. Bu işi halletmek istiyorsanız, bir devlet politikası olarak, öncelikle ABD, İsrail ve Almanya’ya karşı harekete geçmeli, elinizdeki bütün kozları kullanarak onların PKK’ya olan desteğini kesmelisiniz. Sonra da bölgedeki küçük oyuncuların desteklerini budamalısınız. Bundan sonra, terörü besleyen yasal ve idari uygulamaları düzeltebilirsiniz. Eğer dış desteği kesmezseniz, vereceğiniz yasal ve idari haklar, terör örgütü için kazanılmış haklar hanesine yazılır ve yenilerini ister; istediğini almak için de 30 yıllık tecrübesini kullanıp teröre başvurur.
Burada sorunun “Kürt sorunu mu, terör sorunu mu?” olduğu tartışmasına girmeyeceğim. Aslında sorun “Kürt sorunu”dur; “terör” bunun sonucudur. Daha da aslında, sorun “rejim sorunu”dur, “Kürt sorunu” da bunun ürettiği bir sonuçtur. Sorun nerede ve nasıl başladı, bu noktaya nasıl geldi, ahval ve gidişat nasıl? Bunlara da girmeyeceğim. Direkt olarak, “Kürt sorunu”nun nasıl çözülebileceğine girmek istiyorum.
Evvela durum tesbiti yapılarak sorunun şu boyutlarına çare üretilmeli:
1) Temsil sorunu çözülmeli. Seçimlerde baraj uygulaması kaldırılarak Kürtlere ve diğer etnik gruplara Meclis’te kendini temsil hakkı verilmeli. Bu hususta, halkın gerçek temsilcilerinin seçilmesi için gereken tedbirler alınmalı, terör örgütü, feodal unsurlar, yerel güç odakları devre dışı bırakılmalı.
2) Kendini ifade sorunu çözülmeli. İnsanlar etnik yapısını ifade edebilmeli, dilini konuşabilmeli, kültürünü yaşayabilmeli. Resmi dile bağlı kalarak, her etnik grup kendi dilini kullanabilmeli, geliştirebilmeli, yayın yapabilmeli, çocuklarına öğretebilmeli. Herkes meramını, taleplerini, şikayetlerini rahatça, korkmadan, kısıtlanmadan dile getirebilmeli. Çocuklara ve mekânlara Kürtçe isimler verilebilmeli.
3) Temel haklar sorunu çözülmeli. Herkes, aralarında ayrımcılık ya da farklılaştırma olmaksızın, özü ve esası kısıtlanmaksızın aynı temel hak ve hürriyetlere, aynı nitelikte sahip olmalı; hiçbir gerekçeyle temel hakların özü ve esası kısıtlanmamalı.
4) Feodal yapı sorunu çözülmeli. Güneydoğu’da gerçek anlamıyla bir toprak reformu yapılarak her köylünün kendi toprağı olması sağlanmalı. Feodal sistem yıkılmalı, ağaların halk üzerindeki etkinlikleri kırılmalı ve insanlar, kendi hayatlarını kendi imkânları ve devlet güvencesi altında sürdürebilecek yeterliliğe kavuşturulmalı. Boşaltılan köylere dönüş sağlanmalı.
5) Muhataplık sorunu çözülmeli. Devlet, Kürt halkı adına ağaları, yerel güç odaklarını, terör örgütünü ya da başka bir gücü değil, Kürt halkının her bireyini muhatap almalı. Kürt halkı, kendi adına alınacak kararlara bizzat iştirak etmeli. Bu kapsamda, Kürt halkının müslüman kimliğini temsil eden kuruluşlar ve cemaatler de görüşme masasında olmalı.
6) Kalkınmışlık sorunu çözülmeli. Eğitimde, ticarette, yatırımda, üretimde, devlet hizmetlerinin arzında vb. hususlarda bölgesel farklılığa ve ayrımcılığa son verilmeli. Yörenin kalkınması için gerekli planlamalar yapılıp derhal uygulanmaya başlanmalı.
7) Uluslararası müdahaleler sorunu çözülmeli. Emperyalist güçlerin bölgeden elini çekmesi için yaptırımlara gidilmeli ve bu hususta asla tereddüt yaşanmamalı, geri adım atılmamalı. PKK terör örgütüne destek veren hangi ülke varsa, o ülkeye karşı şiddetli bir karşı duruş sergilenmeli, o ülke ile ilişkiler sınırlandırılmalı ve gerekirse sonlandırılmalı. Karşı hamleler yapılarak ve misliyle muamele edilerek bu desteklere son verilmesi sağlanmalı.
8) Sosyal statü sorunu çözülmeli. Kürtlerin de, Türkler gibi bu ülkenin asli unsuru olduğu, sosyal statü itibariyle ayrı bir derecelendirmeye tâbî olmadığı kabul ve beyan edilmeli.
9) Statüko sorunu çözülmeli. Devletin derin güçlerinin sosyolojik gerçeklere direnerek mevcut statükoyu sürdürmeleri önlenmeli. Statükonun baskıcı ve durağan yapısına son verilmeli. Kürtlerin temel haklarını vermemekte ayak direyenlerin etkinliği kalmamalı.
10) Tanımlama sorunu çözülmeli. Kürtler’in ayrı bir etnik yapı olduğu tanınmalı. Kendilerine özgü kültür ve geleneklerinin, dil ve törelerinin bulunduğu kabul edilmeli. Bir de, ülkenin eşit haklara sahip unsurlarından olduğu kabullenilmeli. Etnik ayrılığa gitmemeleri şartıyla etnik hakları tanınmalı. Kürtlere bazı hakların verilmesinden değil, zaten sahip olmaları gerektiği halde kısıtlanmış haklarının iadesinden söz edilmeli. Yapılanlar bir lütuf olarak sunulmamalı, zaten olması gerekenin gecikmiş iadesi olarak arzedilmeli.
Soruna ilişkin temel unsurların izalesine paralel olarak, sistem reformu da gerekecektir. Bundan önce, Kürt halkının gerçek taleplerinin ne olduğu sorulmalı, kendi sorunlarını kendilerinin dile getirmelerine imkân hazırlanmalı. Bu amaçla hazırlanacak kapsamlı bir anket çalışmasına bütün Kürtlerin, Türklerin, herkesin katılımı sağlanmalı. Böylece halkın ne istediği net olarak anlaşılıp, buna göre yeni bir rejim ve sistem kurgulanmasına gidilmeli.
Bütün bunların paralelinde şu reformlar yapılmalı:
1- Anayasa toptan değiştirilerek, bütün halkların aynı haklara sahip olduğu, kimliklerini ifade edebilecekleri, kültürlerini yaşayabilecekleri, hak ve özgürlüklerini kullanabilecekleri bir anayasal düzen kurulmalı; yasalarda ayıklama yapılmalı.
2- Resmi ideoloji terkedilerek yerine Kürt ve Türk halklarının ortak anlayışı olan İslam ikame edilmeli.
3- Üniter yapı içinde, yerel yönetimlerin güçlendirildiği ve inisiyatif verildiği bir idari yapılanmaya gidilmeli.
4- İlim adamlarının, toplum önderlerinin ve aydınların teşkil ettiği “Akil Adamlar Meclisi” kurularak sorunlara çare üretmesi ve aksaklıklarda hakemlik vazifesi üstlenmesi sağlanmalı.
5- Umumi af çıkarılmalı; terör eylemine kesin olarak son verenler bu aftan yararlanarak sicili temizlenmeli ve terörü bırakanlar için iş garantisi verilmeli.
6- PKK terör örgütü ile Kürt halkı birbirinden ayrılmalı. Kürt halkına şu söylenmeli: “PKK’ya destekçi olmadığınız müddetçe, işte şu şu haklarınızı kullanmanızda hiçbir engelleme yoktur ve bu, Anayasal ve yasal güvence altındadır.” PKK ile ilişkilerini kesen herkes, bu haklarına anında ve kısıtlamasız kavuşacağını bilmeli. Böylece terör örgütü ile Kürt halkı arasına “özgürlük” tercihi konulmalı; örgütün halk desteği kesilmeli.
Bunlar, “Kürt sorunu”nun çözümüne dair “acil müdahale eylemleri.” Şimdi, acil müdahale eylemlerinin akabinde, “çözümün kalıcı olması için alınacak tedbirler”in ne olması gerektiğine bakalım. Bu kapsamda, yukarıda ifade ettiğim iki cümleye dikkat:
1- Sorun “rejim sorunu”dur, “Kürt sorunu” bunun ürettiği bir sonuçtur.
2- “Resmi ideoloji” terkedilerek yerine Kürt ve Türk halklarının ortak anlayışı olan İslam ikame edilmelidir.
İşte, “Kürt sorunu”nu çözecek “acil eylem planı”nın kalıcı olmasının anahtarı bunlar. Ancak, bu noktada önemli bir husus temayüz ediyor: Madem sorunun temelinde rejim yatıyor, o halde çözüm statükonun dışında aranmalı değil mi? Hem evet, hem hayır. Şöyle ki:
Statükonun iplerini elinde tutanlar bu konumlarını tümüyle terkedecek bir çözüme rıza göstermeyeceklerdir. Zira onlar, sorunu özelde “terör sorunu” olarak gördüklerinden, teröristle konuşmaya, içeriği ne olursa olsun onların istedikleri herhangi bir talebi karşılamaya razı değiller. Terörü bitirmek için tek yol olarak “teröristi öldürmek”i bilenler, işlerin daha da sarpasardığını, çünkü rejimin ürettiği sorunların Kürt halkını terör örgütünün arkasında potansiyel teşkil etmeye ittiğini göremiyorlar. Statükoculardan, sorunun “terör sorunu” olmaktan ziyade “Kürt sorunu” olduğuna kani olanlar ise, aslında bunun da ana sebebinin “rejimin niteliği” ve “statükonun tutumu” olduğunu düşünmüyorlar. İşte bunun için, önce sorunu “Kürt sorunu” olarak ele alıp, statükonun bu sorunu çözmeye razı edilmesi lazım; çünkü ipler onların elinde. Statükonun esnetilerek, gevşetilerek “çözüm”e yönlendirilmesi, kimi reform ve tedbirlerle acil müdahalede bulunulması gerekiyor. Aynı zamanda, dağdaki teröriste bazı güvenceler vermezseniz silahını bırakmaz. Ancak bu aşamadan sonra asıl sorun olan “rejim sorunu”na ilişkin çözümler geliştirilebilir ve kalıcı tedbirler alınabilir.
Rejim sorununun esası şu: Bu ülkede, halkı olmayan bir rejim ile rejimi olmayan bir halkın tipik ve trajikomik birlikteliği var. Rejim, halkın değer yargılarından bağımsız ve hatta o değerlere karşı bir söylem ve eylem üzerine bina edilmiş; halkını kurguladığı sisteme göre biçimlendirmeye çalışmış ve halen de buna devam ediyor. Bundan razı olmayan halk da sisteme karşı direnç geliştirme eğiliminde. Bu durumda rejim halkı “potansiyel suçlu” olarak gördüğünden buna dair tedbirlere başvuruyor, halk da rejimi üstünden atması gereken bir yük olarak gördüğünden her fırsatta isyan eğilimini taşımaya devam ediyor.
Rejimden kaynaklanan sorunlardan biri de “Kürt halkına yapılan ayrımcı muamele.” Ancak, rejim sorununun sadece Kürtler için var olduğunu söylemek yanlış olur. Zira bu ülkede Kürtler kadar Türkler de rejimin cenderesinden geçti, geçiyor. Kürtler, “Kürt” olduklarından dolayı zulme uğradı da, Türkler rahat mı etti? İdam edilen onca alimin içinde kaç tanesi Türk, biliyor musunuz? “Devrim Yasaları”nın cebren ve baskı ile uygulanmasından Türkler nasibini almadı mı? Kur’an’ın yasaklanması, İslam’ın sosyal, siyasal, hukuki ve iktisadi hayattan uzaklaştırılıp bireylerin vicdanlarına tıkılması Türkleri hoşnut mu etti? Bundan büyük zulüm mü olur? Diyarbakır’da İstiklal Mahkemesi kuruldu da, Erzurum’da, Ankara’da, Konya’da, İstanbul’da vs. kurulmadı mı? Ya da gezici İstiklal Mahkemeleri ülkenin Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bölgelerinde faaliyette bulundu da, Türklerin yoğunlukla yaşadığı bölgelerinde faaliyeti olmadı mı
Evet, Kürt sorunu rejimden kaynaklanmaktadır, Kürt sorununun temelinde rejim sorunu vardır; ancak aynı rejim sorunu sadece Kürtleri değil, en az onlar kadar Türkleri de ezmiştir. Bu gerçek karşısında, müslüman Kürtlerin, aynen resmi ideolojinin İslam’a karşı duruşu gibi İslam karşıtı bir ideolojinin peşinde sürüklenen “Ayrılıkçı Kürt Hareketi”nin saflarına katılmasını, İslam ve iman ölçeğiyle bağdaştırmak mümkün mü?
İşte bu noktada “müslümanların kalite problemi”ni görüyoruz. Önce müslümanlar, kendilerini ırklarıyla değil, inandıkları din ile, o dinin asli niteliklerine uygun tanımlamalarla ifade etmeyi öğrenecekler; sonra da tarafını ona göre belirleyip, hep birlikte rejim sorununu çözmeye koyulacaklar.
O halde yapılacak şey şu: Kürt sorununun çözümü için önce acil eylem planını uygulamak ve böylece silahlı kalkışmaya son vererek, Kürt ve Türk unsurlarının birbirine karşı savaşımını sonlandırmak gerekiyor. İkinci aşamada ise, rejimi yeniden kurgulayarak resmi ideolojiyi terketmek, bu ülkede yaşayan müslüman halkların ortak paydası olan İslam’ı yeniden birey, aile, sosyal küme, toplum ve devlet ölçeğinde, bütün hususiyetleriyle hayata hakim kılmak lazım.
Birinci aşama sorunu yatıştırır ve çözümün kapılarını açar; ikinci aşama ise kalıcı hale getirerek yeniden birlik ve beraberliği sağlar. Sağlanan birlik ve beraberliğin idamesi de buna bağlıdır: Hep birlikte Ümmet olduğumuzun şuurunda, rejimi değiştirerek, statükoyu iptal ederek, yeni bir sistem kurgulamak...
Çözümün kalıcı olması isteniyorsa, karşıt görüşte olanlarımız da bu çözüme rıza göstereceğiz ve bazı acılarımızı yüreğimize gömeceğiz! Bir daha aynı acıların yaşanmaması için...
Burada esas soru şu: Terörü bitirmek istiyor musunuz? Eğer cevabınız “evet” ise, yapılacak tek bir şey var: Laik-Kemalist rejimden vazgeçip Şeriat ilan edeceksiniz! İslam’ı inkâr, Kur’an’ı iptal, müslümanı ihmal, vahyi ihlal, dini ihlâk üzerine kurulan rejimi terkedip ilahi hükümlere sığınacaksınız! Bu zamana kadar yanlış yapıldığını ikrar, İslam Şeriatı’nı ikdâr edeceksiniz. Siyonist sermayeli “Amerikan Emperyalizmi”nin “İslam coğrafyası”nı sömürü projeleri için “eş başkan” statüsünü terkedip, “Ümmet Birliği”ni sağlayacak projelerin “as başkanı” olmaya talip olacaksınız. “Politik ikbal” peşinde koşmayacak, halkının bütün unsurlarını kucaklayacak şekilde “ülkenin istikbali” için çalışacaksınız. “İstikbal”i “devrimler”de değil, “kökler”de, milletin “kimlik ve kişilik değerleri”nde arayacaksınız.
Şimdi başımızı ellerimizin arasına alıp bir “tarih muhasebesi” yapalım; tek bir suali sorup cevabını arayalım: Kürt halkı niye T.C.’ye bağlı kalsın? T.C.’nin Laik-Kemalist rejimi Kürt halkının dini İslam’ı ayaklar altına aldığı için mi? İslam’ın iktidarını isteyen Kürt önderi Şeyh Said’i astığı için mi? Allah’ın hükümlerine bağlı bir halkı dininden kopardığı için mi? Kürt halkının kavmi özelliklerini, kimliğini, dilini, töresini, “Kürt” olduğunu ifade etmesini yasakladığı için mi? Sırf Kürt olduğu için baskı gördüğü, ayrımcılığa uğradığı, hakları ihlal edildiği için mi?...
Kürt halkını Türk halkıyla bir arada tutacak esas unsur olan “İslam kardeşliği” yok edilirse, bu iki halk nasıl bir arada duracak?
Madem bu noktaya geldik, o halde şu suale de cevap bulmamız lazım: Kürt halkı PKK’ya niçin bağlı hale geliyor?
Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin: Rejimin uygulamaları neticesinde T.C. ile “gönül bağı” kalmayan Kürtler, bir de kendilerine “ayrımcılık” yapıldığı, haklarının ihlal edildiği, baskı ve zulme maruz kaldıkları kanaatini yüreklerinde pekiştirmişlerse, buna son vereceğini iddia eden ve kendi içlerinden birileri tarafından yürütülen bir akıma kapılmazlar mı? Bu sonuca rejim bizzat sebep olmuş olmaz mı? Eğer eğitim sistemini “dinden uzak bir nesil” yetiştirme üzerine kurmuşsanız, dini duygulara yabancı olarak yetişmiş Kürt nesli, bir de “milliyetçilik” akımına kapılmışsa, bir de “ayrılık”ı içselleştirmişse, fanatik duygularının tercümanı olan PKK’dan başka hangi kapıya gider sanıyorsunuz? Haklarının gasbedildiği, baskı ve zulüm gördüğü, fakr-u zaruret içinde yaşamaya mahkûm edildiği, ayrımcılık yapıldığı, ötekileştirildiği kanısına varan Kürt genci, “din kardeşliği” kimliğinden de uzaklaştırıldığı için, “milliyetçilik” akımına ve “ayrılık ateşi”ne de kapıldığı için, bu sorunlarının çözümünü “bağımsızlık”ta aramaz mı? Aradığı bağımsızlık idealini temsil eden de PKK ise, kendini terör örgütünün kollarına teslim etmez mi? Kalpler “din duyguları”ndan koparılınca, artık o gencin hangi limana yanaşacağını kestiremezsiniz ve bu liman, genellikle “korsan limanlar” olur, değil mi?
Peki ne olacak bu durumda? Başa dönelim isterseniz. O halde Laik-Kemalist rejimden vazgeçip Şeriat ilan edeceksiniz! Çünkü, müslüman Kürt halkının “özgürlük” isteğinin “milliyetçi ayrılık”tan alınarak kanalize edileceği İslam’dan başka bir ideal, Şeriat’tan başka bir hukuk gösteremezsiniz!
Bir başka husus da, sorunun çözümünde kiminle görüşüleceği, görüşme masasına kimlerin oturacağı. Bu noktada, artık iyice anlaşıldı ki, çözüme giden yolda sadece “mücadele” ile değil, yanında “müzakere”yle de, sadece “çatışma” ile değil, yanında “diyalog”la da, sadece “resmi bakış”la değil, yanında “sivil düşünüş”le de, sadece “bencillik”le değil, yanında “empati”yle de... yürünmesi gerekiyor. Gerçi “devlet aklı”nın bunu anlaması için -yaklaşık- 30 yılın geçmesi, 40 bin insanın ölmesi gerekti, ama olsun. Anlışıldı ya...
Probleme bu zamana kadar “yok edene kadar çatışma” mantığıyla yaklaşıldı. Üstelik bu yaklaşıma, esasında “İslam Ümmeti”nin birliğine vurgu yapması gereken “dindar kesim” de “bilinçsiz”ce destek vererek, “dini kisve”yle süslenmiş “neo-ulusalcı” bir yaklaşıma saptı. “Terör örgütü”ne karşı durulurken “akl-ı selim” ve “adalet” hudutları aşıldı; bütün Kürtler hedef tahtasına oturtulup “karşı taraf” hanesine yazıldı. Hal böyle olunca, “müslüman Kürt halkı” ister istemez her geçen gün terör örgütünün kucağına itilmiş, adeta iteklenmiş oldu. Terör örgütünün “ayrılma”ya ve “ayrışma”ya dayalı talepleriyle müslüman Kürt halkının “İslami kimlikten kaynaklanan doğal talepler”i bir tutularak, Türklerin gönlünde “Kürtlerden nefret psikolojisi”nin yerleşmesine zemin hazırlandı. “Oyun”a gelindi, “şovenist duygular”ın “Ümmet bilinci”ne galip gelmesine göz yumuldu.
Şimdi tutulan yol tıkanıp yordam işlevsiz kalınca, yeni bir yol ve yordama; “çatışma”dan “görüşme”ye, “mücadele”den “müzakere”ye geçiş için arayışlar başladı. İyi de edildi; ancak “doğrular”ın bir türlü tutturulamaması, bu sefer de başka bir “hata”nın kapısının çalınması söz konusu. Zira bir süredir, “sorunun çözümünde kimin muhatap alınacağı”na kafa yoruluyor. Bu kapsamda üzerinde durulan, terör örgütü ve uzantıları... İşte hata burada.
Niye mi? Çünkü, müslüman Kürtler sorunun çözümünde devre dışı bırakılıyor, muhatap alınmıyor. Bu, Kürt halkının gerçek temsilcilerinin devre dışı bırakılması ve sorunun esasında çözülememesi anlamına gelmez mi? Oysa, “İslami duyarlılığa sahip Kürt kuruluşları”nın da sorunun çözümünde muhatap alınması gerekirdi.
Hadi “Kemalist milliyetçilik”le biçimlenmiş “devlet aklı” bunu göremiyor... Ya “ümmet bilinci”yle mükellef müslümanlara ne oluyor da tam da İslam’ın zıddına olarak, “Kürt” denince bunun “müslüman”ını düşünemeyecek kadar “şovenist-ırkçı” bir düşünceye kapılma gafletini gösterebiliyorlar? Kürtler’in, bir yerde “Selaheddin Eyyubi’nin torunları” olduğu neden gözden ırak tutuluyor? Gözden ırak tutulan Kürtlere, gönülden de ırak tutularak, neden adeta “PKK’ya yaklaşmaktan başka bir seçenek” bırakılmıyor?
Hükümet, eğer gerçekten birileriyle masaya oturacaksa bu, emperyalist güçlerin tetikçiliğini yapan ve hiçbir zaman “müslüman Kürt halkı”nı temsil etme yeteneğini, yeterliliğini ve niteliğini taşımamış olan “ırkçı-Zerdüşt-ayrışmacı” terör örgütü değil, fiili durumdan dolayı PKK ile görüşse de, aynı zamanda “müslüman Kürt halkı”nın gerçek temsilcileri olan sivil toplum kuruluşları ve cemaatler ile de görüşmelidir.
Eğer bu yapılmaz da iki halk arasındaki asıl “ortak kaynaşma noktası” olan “İslam” devre dışı bırakılırsa, Kürt ve Türk halkları arasında “ipler kopacak”; böylece müslüman Türkler “Kemalist şovenizm”in, müslüman Kürtler “Apoist şovenizm”in kurbanları olarak süreç dışına itilecekler ve maalesef “ayrışma” gerçekleşecektir.
Bir başka husus, Devlet Kürt siyasetinde bir yanlıştan dönerken, yeni bir yanlışı kendi eliyle bina ediyor ve bunu da Hükümet eliyle yapıyor. Bu da demek oluyor ki, bu gidişle “Kürt sorunu”nun çözüleceği yok. Şöyle ki:
“Kürt sorunu”nu sadece “ırki bakımdan asimilasyon”dan ibaret sayıp, “Kürt kimliği”nin tanınmasıyla “çözüleceği varsayımı” üzerinden hareketle çözmeye çalışmak, aslında meseleyi çözmek değil, “müslüman Kürt halkı”nı, İslam karşıtı ve ırkçı “Kürt ayrılmacılığı”nı savunan “dinsiz Kürt şovenistleri”ne teslim etmekten başka bir sonucu doğurmayacaktır.
Evet, elbette kanın durması için, “devlet teröristle görüşmez saçmalığı”ndan vazgeçilmeli. Ancak bu yapılırken Kürt halkının sadece “ırki bakımdan Kürt” olduğunun tanınmasıyla yetinilmesi, “müslüman Kürt kimliği”nin tanınmaması ve buna uygun zeminin hazırlanmaması, bir yanlıştan dönerken öbür yanlışı inşa etmekten başka bir anlama gelmez. O halde makul yaklaşım, kanaatimce şudur:
Kürt sorununun çözümü için, görüşme masasında bulunacak taraflar sadece “Devlet” ile “dinsiz-şovenist PKK ve yandaşları” olamaz. O masaya asıl oturması gerekenler, “müslüman Kürt toplumu”nun gerçek temsilcileri olan “İslami cemaatler”, “müslüman kanaat önderleri” ve müslüman Kürtleri temsil eden kurum ve kuruluşların temsilcileridir. PKK ve yandaşları ise, “fiili durum” münasebetiyle masada yerini alabilir.
Böylece “Laik-Kemalist rejim”in oluşturduğu “Kürt sorunu”, “doğru taraflar”la birlikte ele alınır, “rejimin dönüştürülmesi” ile sağlam zemine oturtulup Türk ve Kürt toplumlarının “İslami kimlik” ekseninde birlikteliği sağlanırsa, çözüme kavuşturulabilir. Aksi taktirde bir yanlıştan öbür yanlışa dönülmüş olur. O halde Devlet, sadece PKK’yı değil, müslüman Kürt halkının gerçek temsilcilerini muhatap almalıdır.
Bu hususta dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, İsrail’in Kürt nüfusun yaşadığı bölgelere olan ilgisinin, çözüm sürecini takiben birden bire artması karşısında tedbir alınması.
Şimdi Türkiye’den silahlarıyla çıkan PKK’lılar, Kuzey Suriye’de fiilen kurulan otonom bölgede konuşlanıyorlar. Kuzey Irak’ta zaten adı konulmamış bağımsız Kürdistan kuruldu. Bu iki bölgeyi, İran’ın Kuzeybatısını da kopararak Türkiye’nin özerk Güneydoğusu ile birleştirip İsrail-ABD ikilisinin kontrolüne verdiğinizde, alın size siyonistlerin Arz-ı Mev’ud hayalinin gerçeğe dönüşmesi...
Bakınız, Mavi Marmara olayı ile köprüleri atan İsrail ile Türkiye arasındaki köprüler yeniden, çok da hızlı biçimde kuruldu. Kurulur kurulmaz da İsrail Türkiye’deki faaliyetlerini hızlandırdı. İsrail’in Türkiye’den -öylesine- özür dilemesi ile PKK’nın çekilme sürecinin eşzamanlı olması tesadüf mü yani?
Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu için “eyalet gibi yerel yönetimler”e geçişe razı edilmesi, Türkiye’den çekilen PKK’nın Kuzey Suriye’ye konuşlanması, Barzani’nin Kuzey Irak’ta bağımsızlığı garantilemesi, Kuzeybatı İran’daki Kürt varlığının İran’a yapılacak operasyon için turuva atı olarak hazırlanacağının ve Kuzey Suriye’de Kuzey Irak tarzı Kürt otonomisine geçileceğinin belirginleşmesi, İsrail’in birden bire Türkiye-Suriye sınır bölgesini ve Harran Ovası’nı da geçip, Diyarbakır’a kadar ilgi alanını genişletmesi, PKK’nın Gülen cemaatine sataşarak meşruiyet kazanmaya çalışması, Suriye’nin güneyindeki “suni devlet” Ürdün’ün devreye alınması gibi gelişmeler, “Türkiye’nin güneyinde ciddi bir reorganizasyon”un açık işaretleri değil mi?
Bu reorganizasyonda Kürtlere başrol verileceği besbelli. Kuzey Irak tamam, Türkiye yola geldi, şimdi sıra Kuzey Suriye ve Kuzeybatı İran’da. Türkiye’nin PKK ile barışının bu stratejiye göre tertip edildiğini Aysel Tuğluk şöyle itiraf ediyor: “PKK Suriye’de kısa sürede silahlı, İran’da yakında silahlı olacak!”
Biliyorsunuz İsrail’in Türkiye’nin güneyi ile ilgisi eskiye dayanır. İsrail, 1960-70’lerde İran Şahıyla işbirliği yaparak, Kuzey Irak’taki Kürt hareketinin lideri Molla Mustafa Barzani’ye yardım etmişti. Bugün de oğul Barzani ile israil arasında milyarlarca dolarlık silah anlaşması yapıldığı söyleniyor. İsrail ve ABD’den güç alan Barzani’nin, bir yandan Türkiye’ye gülücükler yağdırırken, bir yandan da PKK’yı barındırıp beslediğini zaten biliyorsunuz. Türkiye’ye karşı kullanılan PKK’nın İsrail tarafından bizzat desteklendiğine, özellikle Türkiye-İsrail ilişkilerinin gergin olduğu son birkaç yıl içinde iyice derinleştiğine dair hiçbir kuşku yok.
Bütün bunların üzerine, İsrail’de yayımlanan Yedioth Ahronoth Gazetesi’nde yayımlanan bir makaledeki şu ifadeleri de ekleyin:
“PKK’nın Silvan’da 13 askeri öldürdüğü 14 Temmuz günü, DTK 850 delegesiyle toplandığı Diyarbakır’da özerklik ilan etti. Aynı gün Suriye’de 12 Kürt partisi ortak bir karar alıp Suriye yönetiminden özerklik talebinde bulundu. Suriye, Irak, İran ve Türkiye’deki muhtelif Kürt unsurlar, yavaş yavaş büyük bir devlet olmak için birbirleriyle bağlantı kuruyorlar. Kurulacak Kürt devleti Güney Sudan gibi, İsrail’in yakın müttefiki olacaktır.... Göreceksiniz, İsrail düşmanı 4 devlet (Türkiye, İran, Suriye ve Irak), İsrail dostu bir Kürt devletini doğurmak için parçalanmak zorunda kalacak.”
Şimdi İsrail, bu idealinin altyapısını oluşturmak için Türkiye’yle “barış politikası”na geçti, bölgede zemin etüdü için Diyarbakır’a heyet gönderdi. GAP bölgesinde toprak satın almak istediklerini biliyoruz. Bunların altyapısına malzeme olması için, İsrail’de 130 bin kadar Kürt Yahudisi bulunduğuna dair açıklamalar yapılmaya başlandı. 49 yıllığına kullanmak üzere Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi işi de neredeyse İsrail’e verilecekti. İsrail, Suriye’ye doğrudan müdahale ederek, Kuzey Suriye’deki Kürtlerin işini de kolaylaştırıyor.
Bütün bunların, “Siyonistlerin, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin büyük bir kısmını da içine alan Arz-ı Mev’ud idealinin gerçekleşmesine yönelik çalışmalar”ın parçası olduğunu anlamak için kafa yormaya gerek yok sanırım. Barış sürecine karşı çıkmıyoruz da, bu sürecin, bölünmeye ve İsrail’in genişleme siyasetine payanda olmasına karşı çıkıyoruz.
Hülâsa; müslümanlar uyanık olmalı ve duyarlılıklarını Laik-Kemalist rejimin reflekslerine göre değil, “müslümanca duruş”a göre göstermeli.
----------------Devam edecek...---------