Ilımlı İslam Küresel Sistemin Sloganı Haline GeldiAtasoy Müftüoğlu ile röportaj...
Röportaj: Zeynep ArıkAtasoy Müftüoğlu, 1942 yılında Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdu.Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve daha bir çok müslüman yazar ve şairin kuşatıcı bir medeniyet söylemine yöneldiği bir dönemde yetişti. Çocukluğundan itibaren Sebilürreşad, Büyük Doğu, Diriliş ve Millet gibi düşünce çevreleriyle tanıştı.
1960 yılında Trabzon’da başladığı yazarlık hayatına, Eskişehir’de bir han odasındaki daktilosundan güçlü, sorumlu üslubuyla müslümanları beslemeyi sürdürerek devam etti.Zamanla Büyük Doğu lehine bir tercihte bulunan Müftüoğlu, uzun yıllar bu tercihi heyecanlı ve bilinçli bir biçimde korudu.İslami kesim, 80 darbesinden nasıl etkilendi?80 darbesi kuşkusuz bütün İslami çevreleri çok ciddi bir şekilde etkiledi. Bütünüyle sessizleştirdi ve içine kapanmalarına neden oldu. Rahatsızlıklarını, tepkilerini bile dile getiremeyecek konuma sürüklendiler. Ancak bu tavrın tarihsel ve kültürel nedenleri var.
Geleneğimiz, bizi her zaman konjoktürel tercihler yapmaya zorluyor. Bütün darbeler dolayısıyla 80 darbesi konuşulurken konformist geleneğin, sorgulanması gerekiyor. Bu gelenekle yüzleşilmesi gerekiyor çünkü her yeni durum Müslümanları o yeni durumla uzlaşmaya sevk ediyor yani karşı çıkmak, muhalefet etmek yerine uzlaşmanın yollarını aramak gibi bir noktaya sürüklüyor. Dolayısıyla asıl konuşulması gereken şey budur. Yani konjoktürel tercihler yapıyoruz.
Konjoktürel tercih yaptığımızda kişiliğimiz paramparça oluyor. Kişiliğimiz dağılıyor. Her konjoktürel tercih dağılmamıza neden oluyor. Çünkü biz bugün karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğe nüfuz etmek, bu gerçeği tanımlamak, bu gerçeğin karşısında nasıl konumlanacağımızı tespit etmek yerine biz bu gerçeği yok sayıyor, kendi eğilimlerimiz doğrultusunda uçuk gerçekler oluşturuyoruz. Mesela kendi etnik, yerel ve mezhepsel aidiyetlerimiz doğrultusunda küçük gerçekler, yapay gerçekler, bizi bile ikna etmeyen gerçekler oluşturmaya çalışıyoruz.
1980 darbesi sözünü ettiğim bu geleneğin bir yansıması olarak Müslümanların içe kapanmalarına ve yeni statükoyla bir şekilde uzlaşmanın yolunu bulmalarına sebep oldu. Çünkü 80 darbesini hazırlayan nedenler daha çok, o dönemdeki ırkçı ve Marksist karşıtlıklardan kaynaklanıyordu. Tabi ki iki taraf da çok ciddi hasara maruz kaldı, biz Müslümanlar da maruz kaldık ama Müslümanlar statükoyla uzlaşma yeteneklerini yeniden harekete geçirerek, her durumda düzenin yanında yer alan bir alışkanlık sonucu bu düzene de kısa bir süre uyum sağladılar.
Türkiye’de İslami kesimlerin hiçbir zaman bir bağımsızlık, özgürlük gibi bir sorunları olmadı yani daha doğrusu onlar; özgürlüğü sınırlı özgürlükler olarak algıladılar, bir bütün olarak algılamadılar. Sakal bırakma, başörtüsü özgürlüğü, camiye gitme özgürlüğü değil, bunları kastetmiyorum. Bizde İslami cemaatler özellikle cumhuriyet Türkiye’ sinde İslami anlamda bir özgürlük ve bağımsızlık sorunu gibi bir sorun yaşamadılar. İslami cemaatlerin gündeminde özgürlük mücadelesi gibi bir konu olmadı.
İçinde bulunduğumuz dönem de belki düşünsel anlamda kimi marjinal kesimler tarafından -ki biz o kesimleriz kamuoyunun desteğini alamamak bir sorun değil çünkü demokrasiye inanmıyoruz. Demokrasiye inananlar için sayılar önemli bir sorun teşkil eder, biz sayılara değil niteliklerin hayatımıza vaziyet etmesi gerektiğine inanıyoruz.
Burada söylenmesi gereken şey bu analiz herhangi bir cemaat aleyhine ya da lehine bir çıkarımda bulunmak, onları tahkir etmek onlara hakaret etmek anlamına gelmiyor. Onlar bir geleneği, bir alışkanlığı sürdürmek için çaba harcadılar. Hiç kimse cumhuriyet tarihi boyunca yapısal bir değişmeyi ve dönüşümü gündemine almadı.
Peki 80 darbesi sizi nasıl etkiledi? Ne gibi sorunlarla karşılaştınız?Benim üzerimdeki etkisi ağır oldu çünkü bizi, sadece darbe değil; aynı zamanda, o dönemde konumumuz sebebiyle İslami kesimler de yalnızlaştırdı. Bir memuriyetim vardı Eskişehir’de onu kaybettim. Çünkü; sakalım vardı, sakalımı kesmemi istediler. Daha sonra bunu reddettiğim için işime son verdiler uzun bir süre işsiz kaldım.
Sonra o dönemde yayınlanan, Yeni Devir gazetesinde köşe yazarı oldum. O gazete, o günün koşulları içerisinde Türkiye’nin en iyi gazetesiydi. Farklı eğilimleri yansıtması açısından geniş ufuklu bir perspektife sahipti. İsmet Özel, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Nabi Avcı vardı bir de ben vardım.
Bir sene sonra bize, o dönemde Mamak Cezaevi’nde yatan Necmettin Erbakan’dan demokrasi ile ilgili yazılar yazmamız için bir mesaj geldi. Sipariş üzerine demokrasi lehinde yazı yazamayacağımı söyleyerek bıraktım işi. Aslında çok da ihtiyacım vardı o işe. O dönemden bu döneme kadar ciddi bir işim olmadı.
Müslümanların, 80’den sonra düzene uyum sağladığını ve bir kabullenme içinde olduğunu söylediniz. AKP’nin doğması ve beraberinde ılımlı İslam gibi bir tabirin ortaya çıkması bunun bir sonucu mudur? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?Tabi öncelikle şunu konuşmalıyız; soğuk savaş döneminde Müslümanlar komünizme karşı Amerikan himayesini seçtiler. Bu üzerinde konuşulması gereken bir konudur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti rejimi, daha çok, sağcı karakteri olan ulus devlet rejimidir. Türkiye’de sağcılık, muhafazakarlık, toprakçılık, vatancılık, bayrakçılık, marşçılıktan ibaret bir algı var. Biz, bayrak ve marş bağımsızlığına inanmıyoruz yani biçimsel bağımsızlığına inanmıyoruz.
Biz, sistem tarafından dışarıdan ve uzaktan dayatılan her şeye maruz kalıyoruz. Burada bir sorun var. Maruz kalıyor olmak, bundan sonrada bize dayatılacak her şeyi kabul etmek demektir. Burada sorun, AKP sorunu olmaktan çıkıyor, hepimizi içine alan bir sorun haline geliyor. Çünkü uzaktan dayatılan sistem aracılığıyla çitin içine alınıyoruz. Çit nedir? Uluslararası sistemin çizdiği sınırlar demektir. Çitin içine girmeyen herkes bu şekilde cezalandırılıyor. Örneğin İran cezalandırılıyor çitin içinde olmadığı için.
Bir İslam ülkesinin dünyada bağımsız olması, İslami bir tercihte bulunması küresel sistemi rahatsız ediyor. Dolayısıyla İran’la ilgili spekülasyonların hiçbirisinin, İran’ın nükleer hazırlıklarıyla ilgisi yok. Bugün İsrail Ortadoğu’da bir nükleer tekel oluşturmuştur. Bu nükleer tekel hiçbir şekilde sorgulanmazken İran’ın kendisini nükleer anlamda güvence altına alma gayreti anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü bir tarafta Rusya’da bir tarafta, Pakistan’da bir tarafta Hindistan’da büyük bir nükleer bir güç var. Bunların hiçbirisi konuşulmuyor ve sadece İran konuşuluyor.
İran’ın konuşulmasının nedeni; İran’ın bağımsız ve İslami bir tercihte bulunmuş olmasıyla alakalıdır. Bu açıdan bakılınca tekrar sorunuzun başındaki, ılımlı İslam tanımına dönüyorum. Soğuk savaş döneminde biz Amerikan himayesini seçtik. Komünizmin intiharından sonra, Amerika’nın ya da batının yeni bir düşmana ihtiyacı vardı ve onlarda düşman olarak İslam’ı seçtiler. Hala da bu düşmanla savaşıyor. Batının İslam’la savaşmadığı şeklindeki iddiası çok gülünç bir iddiadır çünkü bizimle her alanda ve her bağlamda savaşıyorlar.
Özellikle İran’da devrimin başarıya ulaşmasıyla birlikte Amerika şöyle bir tanım yaptı: İslam siyaset içermez siyaset Şiiliğin icadıdır. Dolayısıyla Sünniler siyasetle ilgilenmezler onlar folklorla ilgilenirler. Daha çok maneviyat ve ahlak biçimiyle ilgilenirler. İslam sadece bir ahlak sisteminin adıdır dediler.
Takip eden dönemde Afganistan işgal edildi. Fakat bu işgal de, Müslümanlara bir Amerikan tuzağıydı. Orada yeni bir İslami düzenin kurulacağı yorumunda bölgeye telkinler yapmaya başladılar. Sakın İran’la ilgilenmeyin yakında Afganistan’da Sünni bir devlet kurulacak, siz olayla ilgilenin dediler. Böylece aynı zamanda bir mezhep karşıtlığı gündeme getirilmiş oldu. Ve o tarihte yani; İran’la birlikte ortaya çıkan devrimci İslam direnişi, direnişçi akımlar, direnişçi hareketlerin imajlarının kirlenmesi noktasında küresel bir kampanya başlatıldı.
Bu kampanya yeni bir kavrama ihtiyaç duyuyordu ve bu kavram ılımlı İslam olarak tezahür edildi. Ilımlı İslam yani yumuşak başlı İslam, eğilip bükülebilir istediğiniz şekle sokulabilir istediğiniz yönde hareket tarzını seçebilir, şekillendirilebilir görevlendirilebilir, kendisine sorumluluk tahmil edilebilir demekti.
Yani ılımlı İslam hoşgörülü İslam bir cemaatin, ılımlı İslam ise küresel sistemin sloganı haline geldi. Ilımlı İslam tanımı, hem devrimci düşüncenin hem radikal düşüncenin ve hareketlerin etkisizleştirilmesine yönelik bir projeksiyonun adıdır. Bunu, biz icat etmedik. Ama bu daha çok küresel sistemle bütünleştirilecek bir çerçeveyi kastederek yapılmıştır.
Bu gün nitekim; şu anda, şu günde, şu saatte emperyal sistem ,modern seküler sistem bizim imajımızla ilgili çok ciddi çarpıtmalar yanlış algılamalara neden olacak tanımlamalar yapıyor. Biz dışarıdan tanımlanıyoruz. Sınırlarımızı onlar belirliyor. Ne kadar Müslüman olacağımıza ne kadar düşüneceğimize, neyi düşüneceğimize onlar karar veriyor. Çünkü İslam toplumları daha çok geleneksel akımlar aracılığıyla düşüncesizleştirildikleri için, onlar kolaylıkla propagandayı daha açık hale getirebiliyorlar.
Şimdi geldiğimiz noktada şunu söylemek gerekiyor: biz, o sözünü ettiğim büyük gerçekle hesaplaşamadığımız için küçük gerçeklere kapanıyoruz. Örneğin; biz Türkiye’de Ak Parti’yi konuşmadan önce şu ya da bu akımı konuşmadan önce Türkiye’nin hali hazır durumunu konuşmamız gerekiyor. Nedir bu hali hazır durum? Türkiye’de toplum, kapitalizmi içselleştirmiştir. Türkiye’de toplum neoliberal dünya görüşünü hayat tarzını içselleştirmiştir. Türkiye’de toplum sekülerizmi içselleştirmiştir.
Bu şu anlama gelmektedir; biz bütün paradigmalarımızı kaybettik. Kendimiz olmaktan çıkarıldık. Başkalarının köleleri haline getirildik demektir. Çünkü kendi dilimiz özgür değil. Kendi dilimizin özgür olduğunu söylemek demek camiler açık gidip namazınızı kılabilirsiniz demek değil. Biz İslam’ı istiyoruz demekte özgür değiliz. Biz İslam’ı bir bütünlük içinde istiyoruz. Hayata, dünyaya, tarihe İslam’ın vaziyet etmesini ve şekillendirmesini istiyoruz. Biz yeryüzünde bunun için bulunuyoruz demekte özgür değiliz. Ama biz ne yapıyoruz? Şekillendiriliyoruz. Artık kapitalizm, sekülerizm bizi rahatsız etmiyor.
Kaldı ki, sekülerizmin İslam toplumlarında hiçbir karşılığı yok hiçbir karşılığı olmadığı halde bugün mutlak bir dayatma olarak yürürlükte kalabiliyor. Şimdi Türkiye’de sekülerizmi tartışmak yahut reddetmek mümkün değil, dolayısıyla Türkiye’de sisteminim bütününe yönelik bizim; bir eleştiri, bir bilinç oluşturmamız gerekiyor yani bizim evvela kendimiz olma mücadelesini vermemiz gerekiyor çünkü biz şu anda başkaları adına hareket ediyoruz kapitalizmin, neoliberalizmin hizmetine giren, birisi başkaları adına hareket ediyordur. Başkalarının sesi başkalarının temsilcisidir.
Bugün kapitalizme, neoliberalizme, sekülerizme hizmet eden kişinin kendisi olduğu iddia edilemez o İslam’a yabancılaşmıştır. İslam’ı yalnızca özel günlerde hatırlamakta ya da özel günlere ait olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla sözünü ettiğimiz bu ılımlı İslam projesi sadece Türkiye’ye özgü değil, bütün İslam dünyasını içine alan ve İslam dünyasını şekillendirirken; İslam’ı, dünyadaki bütün oluşumlara, neoliberal sisteme dahil etme amacındaki bir projedir. Dolayısıyla ılımlılığı seçen herkes zaten bir şekilde o neoliberal sisteme dahil oluyor.
Biz, bugün herhangi bir otoriteye sahip değiliz İslam’ı bütünleyen otoriteye sahip değiliz. Tamamen kişisel ve keyfi yorumlarla ne yapılıyor, İslam dünyasına vaziyet ediliyor bu emperyalistlerin işini kolaylaştırıyor onlar için çok müsait hale getiriliyor.
KAYNAK:www.adilmedya.com