(http://www.taraf.com.tr/image/ylogo.jpg)
(http://www.taraf.com.tr/yazarfoto/s1%20altan1.jpg)
Ahmet Altan
arşiv :
Ne açıklama ama... (http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar=6&yz=912)
Atatürk ve hukuk... (http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar=6&yz=903)
Yeni sorun ihtiyacı... (http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar=6&yz=885)
Anlamak için... (http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar=6&yz=875)
Bir insan... (http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar=6&yz=864)
Çok tuhaf işler... (http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar=6&yz=842)
Anadolu’ya anlatın da göreyim... (http://www.taraf.com.tr/Detay.asp?yazar=6&yz=838)
Genelkurmay ve dört gazete...
Ahmet ALTAN
Dün, Doğan grubunun dört gazetesiyle Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasını görünce “ne oluyor” dedim.
Önce Genelkurmay’dan başlayalım.
Genelkurmay’ın açıklamasında benim yazımdan alıntı yapıldığına göre mesele biraz kişiselleşiyor.
En baştan şunu söyleyeyim ki üsluplarından hiç hoşlanmadım.
Bunu her kim yazdıysa ya da yazdırdıysa üslubuna biraz dikkat etmeli, babaannemin deyimiyle, “ben sizin ağzınızın kaşığı değilim”, öyle aklınıza geleni yazamazsınız.
Kullandıkları kelimelere bakın, “maksatlı, seviyesiz, bayağı, saldırgan.”
Bence daha saygılı bir üslup seçmeye özen gösterin.
Saygı görmek için saygı göstermek gerektiğini de hatırınızdan çıkarmayın.
Şimdi gelelim açıklamanın özüne.
Açıklamadaki şikâyetlerinde haklı oldukları iki nokta var.
Bir generalin sağlık durumuyla, bir başka generalin yaptığı bir gezideki fotoğraflarının yayınlanmasını eleştiriyorlar.
Bizim gazetecilik anlayışımıza göre bu tür haberler ayıptır.
Bizim gazetemize bu konularda haber girmez.
Girmedi de.
Generallerden hiçbirinin özel hayatıyla, ailesiyle, sağlığıyla, seyahatiyle, kısacası kişisel dünyasıyla ilgili haber yapmayız biz.
Çünkü bunlar bizi ilgilendirmez.
Elimize gelen dosyaların hiçbirini basmadık, basmayız.
Ama bir kuvvet komutanı, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinden biriyle gizlice buluşursa, bunu haber yaparız çünkü bu bütün ülkeyi ilgilendirir.
“Suça bulaşmış iki kurum” dememden alınmışlar.
Muhtıra vermek suçtur... Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğnemesi de suçtur.
Suçlu duruma düşmek istemiyorsanız hukukun çizgileri dışına çıkmayın, yasaları çiğnemeyin.
Genelkurmay, “yargı önünde hesap vereceğimi” söylüyor.
Ben bu ülkede otuz yıldır yazı yazıyorum, o sanık sandalyesine çok oturdum.
Sorun, yazarlar sık sık sanık sandalyesine otururken, suç işleyen generallerden hiçbirinin o sandalyeye oturmaması.
Aramızda böyle bir eşitlik oluştuğunda Türkiye de düze çıkacaktır, emin olun.
Ama en iyisi, hiçbirimizin o sandalyeye oturmadığı, herkesin hukuka saygılı olduğu bir ülke kurabilmektir.
Bizim amacımız da zaten budur.
Bunun için hukuka uymayan eylemleri eleştiriyoruz.
Şimdi gelelim Doğan grubunun “dört” atlısına.
Bugün Radikal gazetesinin manşetini gören okurlarıyla yazarlarının çoğunun utandığını düşünüyorum doğrusu.
Çünkü utanç verici bir manşetti.
Radikal’e göre, bir kuvvet komutanıyla bir yüksek yargıcın, ülkenin içinde bulunduğu bu şartlarda “gizli” bir buluşma yapmasını haberleştirmek “acemi bir psikolojik savaşmış”, öyle diyorlar.
Böyle bir buluşma olmasına değil, bu buluşmanın ortaya çıkarılmasına itiraz ediyorlar.
Ve, bunlar da gazeteci.
Vatan gazetesi de Radikal’e katılıyor manşetinden.
Milliyet’le Hürriyet ise, bu “gizli buluşmanın” nedenlerini ve içeriğini hiç merak etmeden, bu haberin yayınlanmasının “Paksüt’ün izlendiğinin kanıtı” olduğunu söylüyorlar.
Dördünün de pek sevimli olmayan bir telaşı var.
Belli ki, gerçek gazetelerin “yeni bir 28 Şubat’ın oluşmasını” engellemek istemesinden rahatsızlar.
Halkın iradesini ve sivil siyaseti devre dışı bırakacak her aranışa destek oluyorlar.
Ordunun muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğnemesi onları hiç huzursuz etmiyor ama “gizli” buluşmalar ortaya çıkınca, bu gerçeği gözlerden saklayabilmek için kendilerini parçalıyorlar.
Aynı grubun dört gazetesi birden bize ateş ediyor.
Bu gazetelerin hepsinin de aynı insana ait olması herhalde tuhaf bir “tesadüf”.
Paksüt’ü savunabilmek için sayfalarını ayırmışlar ama fazla telaşlı olduklarından Hürriyet’in Ankara temsilcisi Enis Berberoğlu’nun yazısını okumayı unutmuşlar.
Berberoğlu, “buluşma” haberinin onlara da geldiğini, Paksüt’e bunu iki kere sorduklarında ve Paksüt’ün her iki seferde de bunu inkâr edip, yalan söylediğini yazıyor.
Anayasa Mahkemesi’nin yargıcı, gerçeği ancak bizim gazete bunun haberini yaptıktan sonra kabul etti.
Zaten bu gazetelerin yöneticilerini, okuyucularını ve orada çalışan dürüst insanları da üzecek bir çarpılmayla “meselenin üstünü kapatmak” için hareketlendiren de, bizim gazetenin onların sakladıklarını ortaya çıkarması.
Yalanı bitirmesi.
Bu gazetelerin yöneticileri, bizim gerçekleri yazmamamızı engelleyebilmek için bizimle bir çatışmaya girmek istiyorlar sanırım.
Denesinler bence.
Dürüstlüğün öfkesiyle, “bükülmüşlüğün” kurnazlığı çarpıştığında kimin kazanacağını görelim.
Bakalım kim acı çekecek, kim rezil olacak.
Bu ülkede, bazen muhtırayla, bazen yasaları çiğneyen hukukla, bazen Ergenekon çetesiyle demokrasi dışı bir darbe gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Eski deyimle söylersek, saflar da ayrışıyor.
Bizim yerimiz belli.
Onların yeri de artık iyice açığa çıktı.
Hadi bakalım darbenin “iyi çocukları” gösterin gücünüzü.
Bir gücünüz varsa tabii...
15.06.2008
KAYNAK (http://www.taraf.com.tr/Yazar.asp?id=6)
(http://fotogaleri.haber7.com/inner//636320081005051600866.jpg)
Taraf'tan Genelkurmay'a radikal çıkış
Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan da yazısında bugün aynı konuya değindi..
Bitirin artık bu savaşı...
Bu ülke çocuklarının hesabını sormaz.
Hiç sormadı.
Şimdi Türk çocuklarıyla Kürt çocukları diye ayrılıp karşı karşıya gelenler ölüyor.
Eskiden sağcı solcu diye ayrılıp karşı karşıya gelen çocuklar ölüyordu.
Neredeyse kırk yıldan beri çeşitli sıfatlarla tanımlanan çocukların ölümünü seyrediyoruz.
Hangisinin hesabı soruldu?
Kim hesap verdi?
Onları kışkırtanlar, ölüme yollayanlar, öldürtenler bir defa ortaya çıkarıldı mı?
Bu ülkede çocuklar genç yaşlarında ölmek için doğuyorlar sanki.
O kadar doğal karşılanıyor ki ölümleri...
Kimse şaşırmıyor.
Bana öyle geliyor ki üzülmüyor bile kimse.
Acı değil öfke duyuyoruz, kurtarmak değil intikam almak istiyoruz.
Eğer “karşı taraftan” daha fazla çocuk ölürse insanların içleri yatışacak gibi.
Bakın on beş çocuğun öldüğü aynı karakolda Mayıs ayında altı çocuk daha ölmüştü.
Kimse, o çocukların ölümünün hesabını sordu mu?
Dağlıca baskınının hesabını soran oldu mu?
Mayıs ayındaki Aktütün baskınına sansür geldi.
Dağlıca’nın konuşulması mahkeme kararıyla engellendi.
Halbuki Dağlıca baskını için de, Aktütün baskını için de Meclis komisyonları kurulmalıydı, araştırılmalıydı, çocukların ölümünden sorumlu olanlar ortaya çıkarılmalıydı.
Bunlar yapılmadı.
Bu çocukların ölümünden onların komutanları sorumlu.
Bir ülkede karakollar bu kadar kolay basılıyorsa, o ülkede askeri bir sorun var demektir.
Hatayı yapan kim?
Komutanlardan başka kim olabilir?
Bakın çok garip bir durum var.
Bu çocukları koruyamayan, gerekli önlemleri almayan, yapılan hataların hesabını vermeyen, eksiklikleri gidermeyen komutanlar...
Aynı zamanda savaşın devamını da en çok isteyen insanlar.
Bu savaşı bitirebilecek her demokratik ve barışçı adıma karşı çıkıyorlar.
Emekli komutanlar da “daha başka askerler de ölür” diye demeçler veriyorlar.
Niye sürdürmek istiyorsunuz peki bu savaşı?
Daha fazla çocuk ölsün diye mi?
Bugünkü savaşı kimse kazanamaz.
Kazananı olmayacak bu savaşın.
Sadece çocuklar ölecek.
Ne PKK bir karakolu basıp on beş çocuğu öldürdü diye Kürtlerin sorunu biter...
Ne askeri birlikler PKK’lıları öldürdü diye Türkiye’ye huzur gelir.
Yıllardanberi sürüyor savaş.
Ne oldu?
Söyleyin bana ne oldu?
Kimse kazanabildi mi?
Hayır.
Bu savaşın bitmesi lazım.
Bu ülkenin Kürt vatandaşlarının kendilerini güvende ve özgür hissedecekleri demokratik bir ortamın yaratılması, dağdaki çocukların evlerine dönebilmelerinin sağlanması lazım.
Bu ülke kanıyor.
Hiçbir anlamı olmayan, hiçbir anlamlı sonuca varmayacak bir savaş yüzünden kanıyor.
Üstelik şimdi tehlike daha da büyüyor.
Ege kasabaları, Kürt mahalleleri Türk mahalleleri diye bölünüyor.
Ortalıkta bayraklar dolaşıyor.
Çatışmalar yaşanıyor.
Bir kıvılcımla bütün bölge patlayacak sanki.
Birilerinin böyle bir patlamanın yaşanmasını istediğini de tahmin etmek zor değil.
Maraş’ı, Sivas’ı unutmayın.
Burası özgürleşmesin, demokratikleşmesin, bu gizli askeri yönetim bitmesin diye binlerce insanın ölümüne hiç aldırmayacak birileri var.
Her gün yirmi çocuğun öldüğü günlerde kimsenin kılı kıpırdadı mı?
Darbenin planlarını yaptılar sadece, “biraz daha çocuk ölsün de ortam iyice darbeye hazır olsun” diye beklediler.
Bugün de beklerler.
İnsanları kışkırtırlar.
Öldürtürler.
Hükümetin ve parlamentonun bu savaşı bitirmek üzere duruma el koymasının gerektiği zamanlardayız.
Onlara Ege bölgesinden çok daha ayrıntılı bilgiler geliyordur.
Tehlikeyi bizden daha iyi görüyorlardır.
Çocukların ölümüne aldırmıyorlarsa, kendi geleceklerine aldırsınlar.
Bu ateş bir kıvılcımla bütün Türkiye’ye yayılırsa, onların geleceği de yanacak.
Bu savaşı durdurun artık.
Ölen çocuklarla mutluluğu bulamaz bir ülke.
O çocukları kurtarın.
Öfkeyi unutup acıyı hissedin artık, intikamı bırakıp kurtarmayı isteyin ne olur.
O çocukları da, ülkeyi de, kendinizi de kurtarın.
Durdurun bu Allahın belası savaşı.
Taraf
KAYNAK (http://www.haber7.com/haber/20081005/Taraftan-Genelkurmaya-radikal-cikis.php)
12 Eylül niye kötüydü peki?
Önce en basit kuralları sıralayalım.
Dürüstlük iyidir.
Açıklık iyidir.
Netlik iyidir.
İkiyüzlülüğe tenezzül etmemek iyidir.
Kaypaklığa, kayganlığa kaçmamak iyidir.
Bunlarda anlaşıyor muyuz?
Anlaşıyorsak devam edelim.
Askerî darbelerin her türü alçaklıktır.
Kendi halkına silah doğrultmak ihanettir.
Bunda anlaşıyor muyuz?
İşte burada bir sessizlik oluyor.
Kendine "sol" diyen, kendine "aydın" diyen, kendine "yazar" diyen insanların bir kısmında bir kayganlık ve kaypaklık beliriyor bu noktada.
Sizi bilmem ama bende bir tür iğrenti duygusu yaratan bir kaypaklık bu.
"Ergenekon" meselesi ortaya çıktığından beri ortalık iyice bir kaypaklaştı.
Çünkü Ergenekon dediğiniz şeyin ana damarı darbecilik.
Ergenekon'u savunmak için kıvranıp duran bu "solculara, yazarlara, aydınlara" açıkça, net bir şekilde sormalıyız.
Darbe konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bir askerî darbeden yana mısınız?
Değil misiniz?
12 Eylül'ü "lanetleyen", 12 Eylül'de acı çekmiş çok insanda darbe heveskârlığı görmek insanı şaşırtıyor.
Bunlar ya mazoşistler...
Ya da "12 Eylül'de solcuları astılar, o kötüydü, bu sefer dindarları, Kürtleri, demokratları asacaklar, o iyi" diyen ikiyüzlü, aşağılık, vicdansız bir inanışları var.
Sanırım "darbe" konusunda bir türlü açık konuşamamalarının arkasında, "bunun nasıl aşağılık bir iş olduğunu fark eden" bir düşünceyi hâlâ içlerinden silememiş olmaları yatıyor.
Yakında o "düşünce kırıntısından" da kurtulup maskelerini iyice atarak yüzlerini bize gösterirler.
O güne kadar onlara sormalıyız.
Darbeden yana mısın, değil misin?
Darbeden yanaysan, yap darbeyi.
Cezası neyse çekmeye de razı ol.
Bu sefer darbeyi de, darbecileri de affetmeyecekler çünkü.
Yok, "darbeye karşıyım" diyorsan, o zaman Ergenekon'u niye savunduğunu, dilini kulağından çıkarıp açıkça anlat.
Ergenekon'la darbe arasında bir bağ olmadığına mı inanıyorsun?
Ergenekon sanıklarının, bir darbe hazırlığında olmadıklarına mı inanıyorsun?
Eğer öyle inanıyorsan, bulunan cephanelikleri, Danıştay baskınını, Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombayla Ergenekon cephaneliğindeki bombaların aynı seri numarasına sahip olmasını, darbeci paşaların hazırladıkları "lahikaları", fişlemeleri, kayıtlara geçen konuşmaları, yazışmaları, toplantıları, Özden'in ve Balbay'ın günlüklerini, İlhan Selçuk'un "paşaya" söylediklerini, Manisalı'nın General Ersöz'e tavsiyelerini, rektörlerin "hemen harekete geçelim" önerilerini nasıl açıklıyorsun?
Ne bunlar sence?
Oyun mu?
Eğlence mi?
Ergenekon sanıkları arasında bulunan JİTEM'cilerin Güneydoğu'da öldürdükleri insanlar "hayal" mi?
O kuyulardan çıkan kemikler ne?
"Darbeye karşıyım" diyorsan ve Ergenekon'u savunuyorsan bunlara ne diyorsun?
Kıbrıs'ta yapılanlar hakkında, "oğula babasını öldürtecek" beyin yıkamaları hakkında, dağıtılan milyonlarca dolar hakkında ne düşünüyorsun?
Bir sendika başkanının milyonlarca doları darbecilere vermesi sana normal mi geliyor?
Profesörlerle darbecilerin işbirliğini olağan mı karşılıyorsun?
Niye Ergenekon'u savunuyorsun?
Niye gerçekleri gizlemeye çalışıyorsun?
Söyle bize, bunları niye yapıyorsun?
Darbecilerin gelip dindarları, Kürtleri, demokratları asması çok mu mutlu edecek seni?
Çok mu sevineceksin?
O insanların öldürülmesi için çalışanları desteklemek sana "solculuk" gibi mi gözüküyor?
Böyle bir şeyi desteklemek insanca mı geliyor sana?
Yeryüzünde darbecileri destekleyen kaç aydın gördün?
Faşistlerle kolkola giren kaç sanatçı tanıyorsun yeryüzünde?
Biliyorum var birkaç tane ama onlar da "lanetliler" arasında çoktan yerlerini aldılar.
Onların arasına mı katılmak istiyorsun?
Kendine sanatçı diyen, aydın diyen, yazar diyen, gazeteci diyen daha da önemlisi kendine "insan" diyen biri için "darbeyi desteklemekten" daha büyük bir günah, daha büyük alçaklık, daha büyük bir suç yoktur.
"Ben AKP'ye kızıyorum onun için darbeyi destekliyorum" demek insanı alçaklıktan kurtarmaz.
AKP'ye karşıysan ona oy verme, ona karşı bir partiye gir çalış ama "halk benim seçtiğim partiyi seçmez onun için darbe olsun" dersen küçük bir Kenan Evren olursun.
Oluyorsun da.
Üstelik o, darbeyi yapmıştı, sen sadece "işbirlikçisin", darbecilerin peşinde "paşam, paşam" diye dolaşan bir arsızlıkla kirlenmişsin.
"Dindarları, Kürtleri, demokratları assınlar", bunu mu istiyorsun?
Sen buna "solculuk" mu diyorsun, sen buna "sanatçılık" mı diyorsun, sen buna "ilericilik"mi diyorsun?
Bunlar ilericilikse, "rezillik" nedir be oğlum, kaypaklık nedir, alçaklık nedir?
TARAF/Ahmet Altan
Dünyanın en basit gerçeklerinin anlaşılmasının zor bir hale geldiği bir ülkede yaşıyoruz.
Mesela şu cümleden daha basiti var mı:
“Bir şey bittiğinde biter.”
Hani şu ünlü Öldüren Cazibe filmindeki gibi “takıntılı” biri, ilişkinin bittiğini kabullenemeyip tehlikeli işler yapabilir.
Ama bir “ordu”, o filmdeki takıntılı insan gibi davranabilir mi?
Ortalık, gerçekliği kanıtlanan darbe planıyla karışmış.
Belgenin orijinalini savcıya gönderen “subay” ordu içindeki cuntayı isim isim saymış.
Planın nasıl, kimin emriyle hazırlandığını, plan ortaya çıktığında kırk çuval belgenin nasıl imha edildiğini, hangi numaralı bilgisayarların boşaltıldığını, imha işlemine kimlerin katıldığını er isimlerine varana kadar anlatmış.
Darbe, anayasal bir suç
Birilerinin mutlaka yargılanması, ordunun artık temizlenmesi gerekiyor.
Peki, Genelkurmay Başkanlığı ne yapıyor.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle bir bildiri yayınlayıp “ordunun, üniter devletin teminatı olduğunu” söylüyor.
Hâlâ kendini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Parlamentosu’nun üstünde görüyor.
Devletin idari yapısının nasıl olacağına Parlamento karar verir.
Uygun görüyorsa “üniter” bir yapıyı sürdürür, uygun görüyorsa federasyona geçer.
Bu konuda karar verme yetkisi sadece Parlamento’ya aittir.
Ordunun, “biz üniter devletin teminatıyız” demesi, “Parlamento, bizim karşı çıktığımız bir kararı alamaz” demektir ve bunu demek de aynen darbe planı hazırlamak gibi suçtur.
Parlamento, “üniter” yapının en iyi yapı olduğunu düşünebilir ve bu yapıyı sürdürebilir ama bu konuda ordudan emir almaz.
Anlayabildiğim kadarıyla ordu hâlâ durumun farkında değil.
Suçüstü yakalandığını, arka arkaya hazırladığı belgelerle, verdiği muhtıralarla insanları bıktırdığını, değişen şartlar gereği kendisine yargı yolunun açıldığını sanki hâlâ kavrayamıyor.
Hâlâ kendini iktidarın gerçek sahibi sanıyor.
İktidarın sahibi siz değilsiniz.
İktidarın sahibi bu ülkenin halkı ve onlar adına ülkenin kaderine yön veren Parlamento.
“Darbeciliğin” hesabını vermek yerine biz “üniter devletin teminatıyız” demek de nereden çıktı?
Bu ülkenin siyasetiyle aranızdaki seksen küsur yıllık “ilişki” bitti.
Siz artık Parlamento’nun ve hükümetin emrinde bir devlet kurumu olacaksınız.
Suç işlemeyeceksiniz.
Ülkeyi yönetmeye kalkmayacaksınız.
Halkın, hükümetin ve Parlamento’nun emirlerine uyacaksınız.
Siz sadece bir tek şeyin teminatı olabilirsiniz.
Bu ülkenin sınırlarının güvenliğinin teminatısınız siz.
Sizin işiniz devletin “üniter yapısını” değil, sınırların güvenliğini korumak.
Dağlıca ve Aktütün baskınları, sizin asli işinizi ne kadar doğru yaptığınıza dair ciddi kuşkular yarattı zaten.
Neden kendi işinizi yapmak yerine, sizin üstünüze vazife olmayan işlere karışmaya kalkıp, Parlamento’nun iradesine müdahale ederek suç işliyorsunuz?
Bir ülkenin ordusu her planıyla, her açıklamasıyla suç işler mi?
Bu nasıl bir suç müptelalığı?
Neden hukukun içinde kalmıyorsunuz?
Neden hukuka uymak size bu kadar zor geliyor?
Neden kendi işinizi yapmıyorsunuz?
Genelkurmay, askerliği bırakıp politikacılığa soyununca ardı ardına askerî skandallar yaşıyoruz.
Dağlıca ve Aktütün baskınları, erin eline pimi çekilmiş bomba veren teğmen, Ceylan’ın bir roketle ölmesi hemen ilk akla gelen askerî skandallar.
Genelkurmay Başkanlığı, Parlamento değildir.
Bu Cumhuriyet’in çarpık yapısı nedeniyle yıllarca kendinizi Parlamento’nun üstünde gördünüz, darbelerle, muhtıralarla suç işleyerek Parlamento’ya müdahale ettiniz.
Ama bu “ilişki” bitti.
Niye bunu anlamak bu kadar zor geliyor size?
Niye “politikacılık” size bu kadar “cazibeli” gözüküyor?
Nasıl bir iktidar aşkı bu?
Bu aşk yüzünden suç işlemeyi göze alıyorsunuz.
Türkiye, her suçun hesabının sorulacağı bir döneme giriyor, buna ordunun işlediği suçlar da dahil.
Bunu fark edin artık.
Kışlanıza dönün.
Gücünüz, kendi halkınızla çatışmaya yetmez, sadece sizin değil yeryüzündeki hiçbir ordunun gücü halkıyla çatışmaya yetmez.
Sınırları sağlam tutun ve mesleğinizi gerektiği gibi yapın.
Bu, hem sizin için, hem de ülke için daha iyi olacak.
29/10/2009
Ahmet Altan'ın 14 yıl önce milliyet gazetesinde yazdığı yazısı.
{aynı zamanda gazeteden uzaklaştırılmasının da sebebidir}
Atakürt
17-4-1995
milliyet gazetesi
mustafa kemal, selanik'te değil de musul'da doğmuş bir osmanlı paşası olsaydı, kurtuluş savaşı'nı türklerle ve kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını "kürdiye cumhuriyeti" koysaydı, kendisi de meclis kararıyla "atakürt" adını alsaydı...
kürdiye cumhuriyeti'nin bütün vatandaşlarına "kürt" deneceği için hepimiz "kürt" sayılsaydık, taksim'e, kadıköy'e, kızılay meydanı'na, kordon'a "ne mutlu kürdüm diyene" pankartları asılsaydı...
"kürdiye'de" türk olmadığı, herkesin aslında kürt olduğu söylenseydi, kendilerini türk sananların aslında "deniz kürdü" oldukları iddia edilseydi...
kürtlerin "yedi bin yıllık" bir tarihi bulunduğunu, anadolu'nun esas sahiplerinin kürtler olduğunu, moğolların, hunların, etrüsklerin aslında kürtlerin atası sayıldığını, osmanlıdaki kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık.
teoman, cengiz, atilla, osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, berfin, beruj, tiruj, nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık...
türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları kürtçe yapılsaydı...
romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi kürtçe çıkarsaydık...
okullarımızda yalnız kürtçe okutulsaydı ve türkçe okutulması yasaklansaydı...
"biz türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var" dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.
istanbul'da, ankara'da, izmir'de, bursa'da, edirne'de polis sürekli olarak bizi izleseydi, "özel timler" bizim "kürdiye cumhuriyeti'ni" parçalamak isteyen "ayrılıkçılar olmamızdan" kuşkulanıp hepimize sürekli "suçlu" muamelesi yapsaydı, sırf türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.
12 eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı...
evlerimiz basılsa, ayrılıkçı "türk teröristlere" yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, diyarbakır'a, hakkari'ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık...
biz türkler buna razı olur muyduk, "işte hepiniz kürdiye cumhuriyeti'nin vatandaşı olarak birer kürtsünüz, ayrıca türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz" sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik?
yoksa, türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin "eşit" vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?
bu ülkenin türk ve kürt vatandaşları var ve tarih "türk" çizgisinden yürümüş, bugün bizim "türk" olarak kabul edemeyeceklerimizi kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış.
türkiye'nin bu kanlı karmaşadan "demokrasiyle" ve kürt vatandaşların "kimliklerinin" kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor:
- nedir demokratik çözüm, nedir kürt kimliği?
biz türkler, bir "kürdiye cumhuriyeti'nde" yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.
kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?
değmez diyenler "demokrasi" istiyor işte.
Ey Kavmim!
(Ahmet Altan’ın- 6 Haziran 1996 / Yeniyüzyıl)
Ey kavmim
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin
Dönüp de bakmazsın ölülerine
Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın
çalınanlarına
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin
Ey kavmim
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin
Korkarsın kendinden olmayan herkesten Ve sen kendinden bile korkarsın
Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın
Gündüzleri Maria Magdalena'yi orospu diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın
Zebur'u, Tevrat’ı, İncil’i, Kur'ân’ı bilirsin
Hazreti Davud için üzülür ama Golyat'ı tutarsın
Ey kavmim
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin
Dönüp de bakmazsın ölülerine Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın Ama sen
kendi acına da yabancısın
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin
Ve nefret edersin dilencilerden
Utancı bilir ama utanmazsın
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen
Ey kavmim
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın
Örümcek olsan Hazreti Muhammed'in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin
Hazreti Hüseyin'in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın
Muaviye'ye kızar ama ayaklanmazsın
Hazreti Ömer'i bıçaklayan ele sen bıçak olursun
Ey kavmim
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin
Ölülerine dönüp de bakmazsın Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçemezsin
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın
Ey kavmim Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin