Abd kardeşim,
Osmanlı devleti, uygulamadaki sorunlara rağmen, son tahlilde bir 'Şeriat' devletidir. Çünkü Şeriat'ın üst hukuk olduğunu kabul etmiştir. Kabulden sonra, uygulama sorunları da elbette önemlidir; ama 'kabul'ün ayrı bir önemi vardır.
Osmanlı devletinin son yüzyılında Batılı güçlerin etkisi ve içerde de Osmanlı Batıcı aydınlarının katkısı ile gayri müslimlere bazı serbestlikler tanınmıştır. Bu, devletin 'zaaf'ı ile ilgilidir. Şeriat'a göre, gayri müslimlerin görev alamayacağı makamlar vardır. Bunun da mantığı şudur: devlet, İslami ise, bu devletin 'kamusal alan'a ilişkin esaslarını uygulama görevinin Müslümanlara verilmesi adil olandır. Bir gayri Müslim'in bu görevi 'isteyerek' yapması mümkün değildir. Bu, ona zulümdür (bunun tersi de doğru tabii ki. Yani bir Müslümana gayri Müslim yahut laik hukukunun uygulanması görevi verilmesi de aynı şeydir!). Ama özel hukuk alanı ayrıdır. Burada zaten her topluluk kendi özel hukukuna göre hükmolunur. Mesela bir savaş çıktı ve İslam adına cihad edilecek. Gayri müslimlerden bu savaşa katılması istenmez. Çünkü adamın inancı zaten farklı. İslam için niye savaşsın ki?! Zaten zorla savaş meydanına götürseniz, eli kılıç tutmaz; tutsa bile sert hamle yapamaz, vs. Mesele, aslında bu kadar basittir. Modern ulus-devlette askerlik niçin bütün 'vatandaşlar'a zorunludur? Çünkü modern ulus-devlette, vatandaş tanımlanırken din, dil, ırk, sınıf vs. ayrımı yapılmaz. Dolayısıyla Müslüman da olsanız, gayri müslim de olsanız, 'vatan' için savaşmak 'vatandaşlık' borcudur! (Gerçi postmodern dönemde 'vicdani red' diye bir şey çıktı ama bu da hala yaygınlık kazanabilmiş bir şey değil).
Dolayısıyla, hiç bir devlette 'üst hukuk' alanında çok başlılık olmaz. Aynen trafikte her aracın kurallara uymasının zorunlu olması gibi. Ancak Şeriat'ın hakim olduğu bir devlette, gayri Müslimlere 'zorunlu' olan alanlar, modern ulus-devlette her vatandaşa zorunlu olanlara göre oldukça dardır. Bunun mantıksal gerekçesini de yukarıda izah etmeye çalıştım.
Kaderle ilgili sorunuz, Kelam'ın ana konularından biriyle ilgili. Yani Kur'an'da bazı ayetler var: mesela "kalu bela" ayeti gibi. Yani ayetin lafzından, bu olayın, insanların henüz doğmadan önce gerçekleşmiş olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, klasik görüşte olduğu gibi, ruhlar yaratılmış, bedensel yaratılma ise takdir ne zaman gerçekleşirse, ondan sonra vuku buluyor denilebilir. Ama bence bizim için hangisi önce yaratılmış sorusunun çok fazla önemi yok, çünkü ben kendi varlığımın farkına vardığımda, yani büluğ çağına eriştiğimde, ruhla beden zaten bir arada:) Beni o ilgilendiriyor. Öldükten sonra canım çıkar da nereye gider, nerede kalır, nasıl kalır? çok da önemli değil. Önemli olan hesabı nasıl vereceğimiz? Bu konularda zihin jimnastiği babında bazı şeyler söylenebilir; ama bu türden konuları fazla büyütmenin de yararı yok diye düşünüyorum.